Andro İd’den Meda’ya

0

Andromeda’ya olan özlemin dört milyar yıl sonra sona eriyor Samanyolu…

Yolun tamamına yakınını koşarak gitmiştim. “Şimdi depara kalkmak dururken, durmak da neyin nesi” diye düşündüm bir an. Yedi milyon yıl önceki atalarım gibi, çok uzun sürmedi düşünmem. Kapının ve eşiğin önüne gelmiştim, elbette ki duracaktım. Saygıdan ve kildendi, en çok da boktandı hayat. Ayakkabılarımı çıkarıp, intiharlarına ufak da olsa bir katkım olsun diye açık bıraktığım ocağın gazını kapattım önce. “Kimin intiharlarına?” diye sordu –ve sormayı da ihmal edemezdi- içimden bir ses. Her yer zifiri karanlıktı ama ben de dâhil, civardaki her şey patlamasın diye ışıkları açamıyordum; derinlerimdeydiler ve açtırmıyorlardı bana. Gaz ve elektrik kontağı buluşması, “Maviyi mi, kırmızıyı mı keseyim?” sorusunu bile sorduracak zaman bırakmıyordu insana. Madem o kadar karanlıktı, ocağı nasıl kapatabilmiştim o zaman? Çok basit bir yanıtı vardı aslında bu olur olmaz anlamlı sorunun; ama hiç mantıklı değildi.

Ortamda kalan az buçuk oksijeni hidrojenle yüz göz edip, akşamdan kalan bulaşıkları yıkamaya başladım. Çıkardığım gürültü 23 yıllık, aşırı sadık köpeğimi uyandırmış olacak ki, koşarak yanıma geldi ve bayram tatilinde n’apacağımı sordu bana. Saçmalıyordu ve lütfen saçmalamasındı. Takma dişlerini bile dökecek kadar yaşlıydı ve buna hiç gerek yoktu. Dijital ve mekanik aletler dışında, eve monte olup da ses frekansını yakalayabildiğim ender canlılardan biriydi ve bununla olur olmaz gurur duyuyordu. Alet edevatın yerine konduğunun, onun yerine konan alet edevat kadar farkında değildi oysa.

Arada farelerin çıkardığı sesleri de algılayabiliyordum ama böcekleri asla. Birçok kereler, ses çıkarsın diye evi cırcır böceğiyle donatmış, en taş rakı masalarına taş çıkartmıştım. Ancak tuvaletin önünde uzun kuyruklar oluşması dışında hiçbir sonuç vermemişti bu berbat deneyim. Ve yine birçok kereler tuvalet kuyruğunda heba olup gitmektense, müstakbel köpeğimin ağzına sıçmayı yeğlemiş, sifonu çekmeyi ihmal etmemiştim. Aynı şekilde, “Duydunuz suyun sesini ve yarışma başladı” diye kakasal yanlarımı gaza getirmeyi de.

Prototip canlılardı hepsi de ve ishal olan bir böceğin yapması gerekenleri tekrarladılar uzun bir süre; götlerini tutarak, yılmadan ve usanmadan. Uzaydan bakıldığında, canla başla piramitleri inşa eden emekçilerin edasını görüyordunuz yüzlerinde, ama neden uzaydan baktığınızı bilmiyordunuz, hiçbir zaman da bilemediniz. İnsanlık damarınız kabarmıştı ve sırf emekçi oldukları için, bir böcek gibi ezebilirdiniz hepsini de. Siz yapmasanız başkaları yapacaktı; böcektiler sonuçta.

Ocaktan yayılan ve havadan ağır olduğundan zemine çöken gazdan daha fazla yararlanmak için, evin her yerini sürünerek dolaşıyor, yılanlara ve penislere karşı kurduğunuz empatiyi ayyuka çıkarıyordunuz.

“Yılanlar ve penisler arasında sadece sürtünmeye dayalı bir ilişki olduğunu sanırdım, ben bu derde düşmeden önce” dediniz ve demeniz devam etti bir süre. Yazının bu kısmını yırtıp, zombi bedeniyle beste yapmaya devam eden büyükbabanıza vermeyi düşündünüz bir an; ama nedense vazgeçtiniz o aynı bir an. Ânın gram oynamadığı o anda hiç vakit kaybetmediğinizi anladınız. Zamanı durdurmuş ve fakat binmemiştiniz. Binmeye ve harcamaya tenezzül etmediğiniz zaman, Kuantum Teorisi, Görecelik Kuramı gibi, aklına gelen her türlü yetkili mercie sizi şikâyet etmiş, “Ben bilime pabuç bırakmadım, bu soysuza mı bırakacağım?!” diye haykırmıştı. Gerçekten de kızdırmıştınız kendisini. Yarattığınız zamansızlık sendromu, durağan hızınızı sonsuz olarak algılatmış, zamanı bile taşak oğlanına çevirmişti.

Suskunluğunu ilk bozan, zaman oldu. Tepeden bakan bir tavırla istemsizce de olsa, “Hızın sonsuz olduğuna göre, kütlen sıfır olmalı” dedi ve ekledi; “Kütür kütür kütlelisin oysa… Taş gibisin, taş!”. İyiden iyiye sarkıyordu zaman size ve zaman sarkmasının bu hâlini cümle içinde de olsa ilk kez görüyor, ilk kez kullanıyordunuz. Karşılıklı olmalıydı hisler, çünkü siz de ona sarkmaya başlamıştınız… Çok geçmeden üzeriniz anlar ve yıllarla kaplansa da, yine de geçmek bilmiyordu zaman. Kütlesiz değildiniz; ışık hızında hiç değildiniz. Fizik gezegeninin kıta büyüklüğündeki bir parçasının zamanlı zamansız kendi kıçına kaçması, kimin aklına gelebilirdi ki?

Mümkün olmayan bir şeyi mümkün kıldırmanın mutluluğunu yaşıyordunuz. Kütleniz olduğu için, ışık hızına ve kendinize göre de sonsuz hıza ulaşmanız nasıl mümkün olabiliyordu? Bunun ve ilk defa kurduğunuz bu mantıklı cümlenin mantıklı bir açıklaması olmalıydı. Yılan ve penisin sürtünmenin nirvanasında ulaştıkları orgazmın peripeti noktasının sizinle buluştuğu anda geldi ilk mantıklı açıklama. Üstünüz ve başınız sperm kaynıyordu. Anlar ve yıllar çöplüğüne spermler de eklenmiş, dört bir ağızdan sizden yaratıcı olmanız istenmişti. Simgeseldi ve kimlik uzatmadan ibaretti tüm yaratıcılığınız oysa. Dişil değildiniz, kanlı canlı ve toprakla bütünleşen her şeyden uzaktınız ne de olsa.

İrkildiniz! “Aman Tanrım, böcekler!” dediniz. Nihai amacınızı unutmuş gibiydiniz; ki öyleydiniz. Uzun ve sırılsıklam bir sevişmenin ardından İhmal’in pürüzsüz göbeğine şunları yazdınız:

Cırcır böceklerini aşırı su kaybından, evin yerlisi böcekleri de aşırı gazdan toprağa vermek zorunda kaldım. Hangi dine mensup olduklarını bilmediğimden, -olur da lazım olur diye- sürekli yanımda taşıdığım imam, haham ve peder maketlerini ölü gömme törenini başlatmaları için, evin en büyük saksısının içine monte ettim. Hemen arkasından böcek ölülerini saksı toprağına bocaladım (kefen, pamuk, tabut gibi teferruatlara harcayacak zamanım yoktu; istesem de harcayamıyordum zaten). Etraf zifiri karanlık olduğundan, töreni kısa kesmek zorunda kaldım. Saksıdaki edilgen piçlerse, her ne kadar cansız ve ölü olsalar da, kısa kesilecek bir törenleri olmasından bile mutlu görünüyorlardı. Usulca kapıyı açıp evden dışarı çıktım. Arkamdan bir ses, “Her gidişin bir dönüşü vardır” diye cırcırladı. Etraf bok ve yanık böcek kokuyordu. Patlamanın civar mahalle, kasaba, ülke ve gezegenlerden duyulduğuna eminim.

Zamanın hiçbir önemi kalmadı artık. Şimdi, dün ve yarın Andromeda komşusunda “Evrende Yalnız Değiliz”i kompozite etmek zorunda bırakılan minik bir tanımlanamazın kulaklarının çınladığını, cinselinin olamasa da burnunun sürtüldüğünü duyar gibi oluyorum. Galaksilerimiz kıç kıça, kapı eşiklerimiz ve böcek akışkanlığındaki boyutlarımız içi içe ne de olsa.

Kenan Yaşar
Önceki İçerikElton John: “Ben Avrupalıyım; aptal, sömürgeci, emperyalist bir İngiliz değil”
Sonraki İçerikGörünmeyeni Görmek, İstemsiz Mimari
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments