Asil, vahşi, güçlü Tatar: RUDOLF HAMETOVICH NUREYEV

"Efsanevi Nureyev! Ben ne kadar da bilmiyormuşum! Düz biyografiyi hepimiz biliyoruz, bulabiliriz. Ben kendi bilmediğim, yeni öğrendiğim özellikle de videolarda kendinden dinlediklerim ile tanıyanların hatırlarından edindiğim bilgileri anlatmak istiyorum."

5

“Göçebe, vahşi, güçlü, asil ve fatihim çünkü ben Tatar’ım”

Bağ kurduğum kişileri anlamak için çok okumak, araştırmak temel meraklarımdan.

Küçükken babamın aldığı “Dostum Mozart” ile başladı.

Araştırarak, başkalarınca dışıma çizilenler yerine, kendi kalemlerimle kalbime portreler çizmeye çalışıyorum. Dışımda bırakmak benim için kolaydır. Dışarıda bıraktıklarım da çokçadır; onlar anlamak istemediklerimdir, kendimi biliyorum. Belki de bu keşiflerle varoluşumda daha derinlere iniyorum.

Ortaokulda, okulun gelmiş geçmiş en haylaz öğrencilerinden biri olarak adımı listeye yazdırdığım senelerde Fransız Edebiyatı kitabımda gördüğüm bakışından, uzaklara gideceğini hemen anladığım Rimbaud, yüreğimin sesi Chopin ve ilk görüşte aşk afişleri ile Lautrec…

Kapılar kapıları açar Liszt, Bach ve Gould…  Bazı kapılar asla kapanmaz… Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Edebiyatı’na okurken, en yakın arkadaşım, sırdaşım Oscar Wilde… Viyana’ya ilk gittiğimde gördüğüm, çizgisi ile kendimden geçtiğim, Leopold Müzesi önünde gözümden yaşlar getiren Schiele…

Şimdi Rudolf Nureyev. Bu sene 80 yaşında.

İyi ki doğdun Rudy!

Küçük yaştan gelen, kabiliyetimi aşan bale merakım (evet, pek çok küçük kız gibi ben de bale yapmıştım), ortaokul ve lisede AKM’de defalarca üst üste gittiğim, koreografilerini kendi başıma sahneye koyabilecek kadar öğrendiğim eserler, mesela Bahçe Saray Çeşmesi, Don Kişot… Ah Hülya Aksular, Oktay Keresteci, Sibel Sürel’li rüya rüya günler… Onların zerafeti, iyiliği, aydınlığına dokunmak. Ve Nijinsky, Pavlova, Nureyev, Baryshnikov!

Efsanevi Nureyev! Ben ne kadar da bilmiyormuşum!

Düz biyografiyi hepimiz biliyoruz, bulabiliriz. Ben kendi bilmediğim, yeni öğrendiğim özellikle de videolarda kendinden dinlediklerim ile tanıyanların hatırlarından edindiğim bilgileri anlatmak istiyorum. Çokluk kronolojik gitmiyorum, parmağını kaldıran düşünceyi hemen seçiyorum… Doğaçlama çalıyorum. 

“Küçükken tek bir oyuncağım bile olmadı”

Annesinin Feride, babasının Hamit olduğunu bilmiyordum mesela… Müslüman Tatar bir aileden geldiğini. Trans Sibirya Demiryolu’nda yol alan bir trende, Baykal Gölü yakınlarında doğduğunu… Yollarda doğduğunu, bir daha hiçbir yerde durmadığını, sahneden başka bir yere ait hissetmediğini söylediğini…

“Göçebe, vahşi, güçlü, asil ve fatihim çünkü ben Tatar’ım”.

Kırım Tatarlarından olduğum icin beni de Nureyev hissiyatına bağalan bir şeyler var belki…

Annesi Feride şişeleri temizleyip pazarda satarmış, babası 2. Dünya Savaşı seneleri, asker, uzakta… Şimdi Başkurdistan’ın başkenti olan Ufa’da, ahşap bir evin odasını  iki aile paylaşır, ayakkabıları olmadığından annesi ilkokulun ilk yıllarında, onu sırtında taşıyarak okula götürürmüş. Üç ablasının eskileri ile büyümüş… Kirli, eski elbiseleri ve fakirliği yüzünden sınıf arkadaşları arasında adı “dilenci” imiş. İleriki yıllarda, arkadaşına bir oyuncak dükkanını göstererek, biliyor musun küçükken tek bir oyuncağım bile olmadı, diyecek. Küçücük çıplak ayaklarıyla halk dansları yapan üstün yetenekli küçük Rudy ve ablaları…

“Henüz görmediğim yerlerde aslında çoktan dans etmiştim”

Bir röportajında dinledim, pek çok röportajını dinledim; aslında bir müzisyen, piyanist olmak istediğini söyledi, başka röportajda da bunu tekrarladı. “Benim gibi fakir bir çocuğun piyanosu olması imkansızdı; zaten babam yanında taşıyamayacağın bir enstrüman piyano, sen akordeon çal, dedi fakat ben sesini sevmiyordum. Devlet cenaze törenlerini severdim çünkü Beethoven, Çaykovski çalarlardı.”

Küçükken kulağını radyoya yapıştırıp müzik ile bulunduğu yokluk ortamından başka alemlere gidermiş. Sonraları, coğrafya dersinde, kulakları öğretmeninin söylediklerine kapalı, haritada işte ben burada dans edeceğim, Milano’da dans edeceğim diye hayaller kurarken, aslında daha önce hiç görmediği yerlere, çoktan dans etmiş olduğunu anlatıyordu bir televizyon programında.

“Vücudum ve yeteneğimdan başka sahip olduğum hiçbir şey yoktu”

Yıl 1961. 23 yaşında. Kirov Balesi, Paris’te turnede. Londra’ya gidecekler. Özgürlük arayışları, kurallara karşı gelmesi, Fransızlarla kurduğu arkadaşlıklar. Hayır, sen Rusya’ya geri döneceksin, denilince havaalanında, soğuk savaş dönemiyle ilgili yapılan filmler gibi macera ve gerilim dolu saatler sonunda, Fransız bir arkadaşının yardımı ile burada Rudy’nin pek de haz etmediği tabir kullanacağım, “en büyük atlayışını özgürlüğe yaparak”, Fransız polisine, “beni koruyun” diyor. Hakkında görenin ihbar etmesi kararı çıkıyor, gelecek günlerde yaralanması için dans ettiği sahneye KGB kırık cam parçaları atacak ve hastalığının ilerleyen safhalarında endişe dolu bu zamanları tekrar tekrar yaşayacak….

“Eninde sonunda insanlık kazanacaktı.”

Hayatında ödediği en büyük bedel annesini bırakması. Belki de yüksek başarı ve çalışma hırsını oluşturan temel unsurlardan en önemlisi ödemek zorunda kaldığı da bu bedel… İltica ettikten sonraki bir telefon konuşmasından:

“Anneme dedim ki, sürekli sorular soruyorsun, yüzlerce soru ama bir soruyu var onu hiç sormuyorsun.

Nedir o, dedi annem

Mutlu musun, diye sormuyorsun.

Mutlu musun oğlum.

Evet, mutluyum.”

Mutlu olduğunu söylüyor fakat röportajlarda yüzüne gölge düşüren, geçiştirdiği sorular sadece annesi ile ilgili olanlar, bir kere bile sahnede annesinin onu görmemesi… Kişiliği ile öne çıkan özelliklerden biri de kameraları çok seven, pek çok röportajında neşeli, zeki, iletişime açık, sevimli ve şok etkisi yaratan cevaplar (meraklısı röportajları dinlesin) vermeyi seven Rudy’nin tüm duyguların saklamadan gösterdiği veya belki de gösterebildiği tek yerin sahnede dans ettiği zamanlar olduğu….

İltica ettikten tam 26 sene sonra, 1987’de 2 günlük turistik vize ile hasta annesini görmesine izin veriliyor. “Kız kardeşi annesine sormuş, nasıl tanıyacağız anne kardeşimizi, diye. Onun, demiş annesi, öyle bir duruşu, yürüyüşü vardır ki, kimselere benzemez, kendini her yerde fark ettirir.”

Bu karizma, aura veya elektrik Nureyev ile ilgili her yazıda, hatırada var. Sahneye çıktığı anda tüyleri ürperten duruşu, dansı değil bu sadece; “bir davette o neşeli ise herkes neşeli olurdu, o kasvetli ise herkes kasvetli. Kimse gözlerini ondan ayıramazdı.”

“Kapıları kıran” demişler benim için, evet her zaman kırdım kapıları ve bunu her zaman iyi bir biçimde yaptım.”

Girdiği her ortamda kendini hissettiren bu kişilik, seyirciyle kurduğu yüksek bağ, hem zor, zorlayıcı, hem kırılgan, hem duyarlı, zaman zaman çok sert, bazen çok kırıcı ya da dünyanın en nazik insanı; hep çok sıcak, hep ateş… Barishnikov bir röportajda, vahşi doğada daha önce hiç var olmamış, görülmemiş bir kır çiçeğine benzetiyor onu. “Öylesine emsalsiz güzellikte, kökleri öyle sağlamdı ki, kopartmak imkansızdı. Çok yönlüydü. Müthiş bir merak, üstün bir disiplin, içgüdüsel bir zeka ile hedefe ulaşma azmi.”

“Tüm tutkularım içinde müzik benim en yakın arkadaşım, mutluluğa giden asıl yolumdur.”

Sanat hayatında müzisyen olarak başlayamamış; başlayamamış ama folklor öğretmeninin bale yapmasını tavsiyesi, babasının haberi olmadan sanki başka yerlere gidiyormuş gibi yapıp, gittiği bale derslerine annesinin göz yumması sayesinde,  Vaganova Dans Okulu’nun giriş imtihanını kazanarak baleye ve bir enstrüman çalmak programın bir parçası olduğu için, piyano çalmaya başlıyor. İyi ki diyor, 8-9 yasında baleye başlamamışım, o zaman öğretilen hiçbir şeyi sorgulayamazdım

Müzik dükkanlarından gördüğü bütün eski notaları almaya, konserlere gitmeye, etrafında kimse yokken kendi kendine piyano çalmaya başladığı seneler. Yüksek müzik yeteneği ile müziğin her nüansının dansına yansıması, sonraları orkestra şefliğindeki azmi, klavyesi ve metronomunu her yere taşıyarak sürekli piyano çalışması, özellikle de Bach çalması. Böhm, Karajan, Bernstein gibi üstatlar tarafından şeflikte ilerlemesi icin cesaretlendirilmesi. 90 yaşına kadar yaşamak istemesi ve orkestra şeflerinin uzun yaşadığı ile ilgili hem muzip hem naif fikri… 90 yaşına kadar yaşayamasa da müzisyenlik rüyasını gerçekleştirmesi.

Dansı nasıl ciddiyetle ve iradeyle ele aldıysa, müziği de aynı şevkle ele alıp Viyana’da Wilhelm Hübner ile çalışıyor. İlk konserinde Haydn’ın 73 No 73 D majör Senfonisini, Tchaikovsky’nin Yaylı çalgılar için Serenad’ını ve Mozart’ın K218 keman Konçertosu’nu yönetiyor. Çok çalışkan; hedeflerine ulaşma konusunda dur durak bilmeyen çalışma azmiyle birleşen zeka ve yeteneği Nureyev’in en önemli özelliklerinden biri.

Pek çok Nureyev balesinde orkestra şefi olan Michel Sasson, “o çok büyük bir şef olamadı zira müzisyenlerle iletişim kurmanın inceliklerine hakim değildi ama sanat hayatına bale yerine müzik ile başlasaydı, eminim en büyük orkestra şeflerinden biri olurdu.”

“Bir kilim koleksiyoneri, çini sevdalısı”

Türkiye’ye olan sevgisinde Tatar olmasının etkisi büyük muhakkak ki. Türkiye’de Ege köylerini dolaşıp, kendi annesini, köyünü yad edermiş… Köylü kadınları gösterip, işte anneme benziyor, ahşap evleri, sokakları gösterip benim büyüdüğüm yerlere benziyor, diyen Rudy.

Kilimlere olan düşkünlüğü beni çok mutlu etti çünkü ben de çok severim kilimleri. Yatağının altında en az bir düzine kilim, evlerinin dekorasyonunda Türkiye’den aldığı kilimleri ve hayran olup, Türkiye’den sipariş ettiği çinileri kullanmış. Kilimleri alırken, Kapalı Çarşı’da kilim motiflerinin üzerinde dans etmiş, koreografilerine bu motifleri eklemiş. Dansa folklor ile başlamış ve folklorik öğelere, doğuya olan ilgisi artarak devam etmiş.

“İstanbul bir kültürün sentezidir”

Türk kültürüne merakı, Topkapı Sarayı’na hayranlığı, tarihin ve doğanın iç içe geçtiği Gemiler Adası’nı almak istemesi, antik şehirleri dolaşması, köylerde rastladığı kişilerle kurduğu sıcak iletişim… Mavi Yolculukları… Tutkuyla istediği Fethiye Gemiler Adası’nı alamıyor ama ada rüyasına, hayatının son zamanlarında inzivaya çekileceği İtalya’da aldığı ada ile ulaşıyor, duvarlarını, şöminesini Türkiye’den getirttiği çiniler işe dekore ediyor.

“Uyuyan Güzel”i İstanbul Devlet Opera ve Balesi ile sahneye koymuş. İstanbul’a geldiğinde arkadaşı Yasemin Pirinççioğlu’na şöyle demiş ‘Allah burayı özene bezene yaratmış. Ondan sonra Türkler Orta Asya’dan yerel kültürleri süzgeçten geçire geçire bir sentez yaratmış, bu sentezi böyle güzel bir şekilde ortaya koymuşlar. Kubbeler, minareler, çiniler… Burası pek çok kültürün sentezidir’

“Sahip olduğum tek aile, Margot Fonteyn”

Kalabalıklar arasında yalnız, hem tepeden tırnağa çırılçıplak hem baştan aşağı gizli saklı bir insan.

Margot Fonteyn anlatıyor, önce çok koktum, 42 yaşındaydım, o ise sahnelerde atlayan genç bir aslandı. Margot’nun ondan yaşça büyük olması ise umurumda değildi Rudy’nin, o ebedi gençliği temsil ediyordu, ne zaman beraber dans etseler, aralarında aşk tekrar tekrar doğuyordu.

Beraber dans etmek için doğmuşlardı: Fonteyn ve Nureyev…

Büyük bir arkadaşlık, muhtemelen aşk, sanat ve ömür boyu dostluk… “Kuğu Gölü”nün sonunda beyaz tütüsü ile sahneden çıkarken, peşinden dünyanın öbür ucuna gidebilirdim” Sahip olduğum tek aile dediği, azize olarak bahsettiği Fonteyn ile 90’lar basında bir telefon konuşmaları olmuş. Fonteyn’in bir arkadaşı odadaymış. Margot Fonteyn kanser. Bir sene daha dayanamayacağım Rudy diyor telefonda. Nureyev, ben de, diye cevaplıyor. Burada sevgilisi, ilham perisi Marianne’e Leonard Cohen’in yazdığı son mektubu hatırlamamak imkansızdı benim için.

Fonteyn hastanedeyken Nureyev ile konuşmadan, ilaçlarını almazmış. Herkes tarafından son derece yorucu bulunan Nureyev’e, hasta yatağında, ”sen beni  asla yormuyorsun Rudy”, diyen yegane insan olmalı Fonteyn. “Bir azize olarak hayata veda etmeyi seçti, keşke Margot ile evlenseydim dediği, bu kayıptan sonra perişan olan Rudy’si ödemiş bütün hastane masraflarını.

Ne de olsa evrende hiçbir şey kaybolmaz. Ben bir yerlerde dans ediyor olduklarına inanmak istiyorum.

“Pas de deux” bir aşk diyaloğudur, partnerlerden biri sağırsa diğeri ne yapsın”

İşte o aşk diyaloğu, rüya rüya Fonteyn ve Nureyev:

Ne istediğim bir kerede anlaşılırsa, dünyanın en tatlı insanıyım”

Hep çalışkan, sonsuz talepkar, hem kendine ve hem başkalarına.

Zaman zaman tehlikeli boyutlarda zorluyor böylece hem kendini hem de başkalarını. Sahneyi kutsal, çalışmayı sonsuz görüyor, sadece sanat karşısında alçakgönüllü ve sadece sanata saygılı. Çok yüksek konsantrasyon ile uzun süreler çalışması, dansçıları çalıştırması, hataya tahammül edememesi, aklındaki mükemmele ulaşmak için tüm sınırları zorlaması… Taviz vermek Nureyev’in kelime dağarcığında yok. “Bir kere dersi kaçırırsam, ben bunu anlarım. İki kere kaçırırsam hocam anlar. Üç kere dersi kaçırırsam, seyirciler anlar. Eğer her gün çalışmazsam, ertesi gün nasıl bugünden daha iyi olabilirim?”

1983’te Paris Opera Balesi’ni yenilemesi için direktörlük teklifine evet diyor. Önceleri de benzer teklifler gelmiş elbette. “Yapabiliyorken, vücudum izin verdikçe, son damlasına kadar sadece dans edeceğim, dans ediyorum ve bunu iyi yapıyorum, daha sonra yapabileceklerimi şimdi yapmayacağım”

Artık zamanının geldiğine inanarak, yöneticilik teklifine olunca herkes çok korkuyor.

Bir Nureyev yerine yüz Maria Callas ağırlamayı tercih ederiz denilen Rudy!

“Sizden isteğim vücudunuzla ilgili değil, kafanızla ilgili değişiklikler yapmanız, sizin için en iyiyi ve en iyi koşulları istediğimi bilmeniz” Gün şığı alan yeni çalışma odaları, yeni repertuar, tüm hiyerarşinin yerle bir edilmesi. En genç ve en yetenekli dansçıları solist yapması.

Her türlü yardıma hazır, teşvik eden, büyük ilham ve heyecan kaynağı, çok yenilikçi  bir direktör çıkıyor korkulan Nureyev’ten. “Ne istediğim bir kerede anlaşılırsa, dünyanın en tatlı insanıyım” fakat anlaşılmayınca “orada domates gibi ne bakıp duruyorsun bana!”

Solor veya Soloria

Kirov Balesi’nin dansçısı olarak 1961’de Palais Garnier’de La Bayadère’de Solor’du.

Hasta hayvanlar barınağından 1991’de sevinçle bir köpek almış. Çok hastayken, büyük sevgi ve direnç ile sahneye koyacağı (1992) La Bayadère’in kahramanı ‘Solor’ın adını vermek istemiş, kopek dişi olduğu için  ‘Soloria’ demiş.

Aradan geçen ve her anının sanatla dolu olduğu 31 sene.

Sene 1992. Son koreografisi, son nefesi yine La Bayadère. Hindistan’da geçen doğu masalı. Artık konuşamayacak kadar hasta, zaman zaman provalarda yattığı yerden elleri ile işaret ederek, La Bayadère’i sahneye koyuyor.

Prömiyerinde arkadaşı olan doktoruna yaslanarak oturuyor.

Perde kapanınca sahneye çağrılıyor

Yürümesi bile zor ama sahneye çıkacak mısın sorusuna,

“evet, sahneye çıkmalıyım”.

Ölen bir sanatçının mirası: La Bayadère

İşte yine aynı salonda iltica ettiği 1961’de Kirov Balesi La Bayadère’de Solor idi. Şimdi aynı masalı sahneye kendi taşıdı.

Sahneye geldiğinde, önce bir sessizlik oluyor. Ayrılığın, vedanın, saygının sessizliği.

Sonra, uzun uzun ayakta alkışlanıyor. Çok hasta ama zarif, asil, mağrur. Gözlerine baktım uzun uzun, hüzünlü değiller, gururla parlıyorlar.

Bu sefer, hem kendisi hem izleyiciler son kere sahnede olduğunu biliyor.

Paris’te 23 yaşında La Bayadère’de ilk defa bu sahneye çıkmıştı. 53 yaşında aynı eserle, aynı sahnede, bu akşam kültür bakanı tarafından sanata hizmet nişanı alıyor. “Ölen bir adam vardı karşımızda, ama vedasını ölüm ile değil, sanat ile yapıyordu.”

Balede erkek dansçının etkisini yeniden şekillendirerek, güçlendirerek yaptığı devrim. İngiliz, Danimarka, Fransa ve Rus balelerini ve tüm dünyadan öğrendiklerini, aldıklarını sentezleyerek kendi balesini yaratması. Bir adımın görünce Nureyeve ait olduğunu anlarsınız, diyor Laurent Hilaire. İlham veren onlarca koreografi. Bale ile halkı buluşturan Muppet Show’lardaki eğlenceli bir misafir, Kral ve Ben de başarılı müzikal oyuncusu, pek çok filmde aktör, dergi kapaklarına fotomodel Nureyev.

1993 Ocak ayında sonsuzluğa gözlerini açıyor.

Üstün yetenekli insanların çok üretken olduklarına, asla duramadıklarına olan inancım daha da kuvvetleniyor Rudy’i tanıdıkça… Sonsuz bir üretkenlik, iç disiplin ve çalışma…

Vefatına yakın zamana kadar inzivaya çekildiği adada her sabah kalkıp çalışmış. Bir melek gibi dans ederken yaptığı figürleri yaparken çok zorlanıyor ve durmadan çalışıyormuş.

Bir trende yokluklar içinde hayata başlayan, üstün yetenekli, kendini “ben bir sanatçıyım” diye tanımlayan, son nefesine kadar her şeyini sanata veren, insanın insana inancını arttıran Rudy…

“Balelerim yaşadıkça, ben yaşayacağım.”

İyi ki doğdun!

Anlatacaklarımı şimdilik burada bırakıyorum…

Bulunduğun yer neresi ise, ışık huzmesi anlamına gelen ismin gibi orayı aydınlattığına, güzelleştirdiğine, değiştirdiğine eminim…

Şimdi üzerini örten kilimin motiflerine benzer çok renkli, güzel, ele avuca sığmaz, hem muzip hem ciddi, hem narin hem güçlü, ruha işleyen ve anlaşılması zor, bütününün algısı bir araya gelen parçalarının birleşiminden çok daha büyük, büyüleyici, göz kamaştıran bir varoluş hikayesi.

Çok sevdiğin Türkiye’den bir şeyler yazmaya, seni tanımaya, anlamaya, anlatmaya çalıştım.

Zor tabii biliyorum ama umarım biraz olsun yapabilmişimdir Rudy!

Önceki İçerikZaman ve mekandan bağımsız bir sergi deneyimi; “Duvarları Olmayan Müze”
Sonraki İçerik“SİBEL” filmi İstanbul galasını yaptı
Subscribe
Bildir
guest
5 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
cihan

Cok begendim Asli. Kalemin kuvvetli. Ne de olsa edebiyatci ailenin cocugusun..

Sevda

Bir belgeselle yıla çıktım, yazınızla dinlendim. Kaleminize sağlık. Çok güzel bir bellek izdüşümü olmuş.

Yelda

Çok güzel
bir yazı olmuş, elinize sağlık.

Serdar cetin

Yazınız için çok teşekkür ederiz,
Beyaz karga filiminden sonra çok açıklayıcı oldu,sağolunuz

Gülşen Öznur

Bir solukta okudum.Sadece adını duyduğum bir efsanenin yaşamına çok güzel,etkileyici satırlarla dokunmuşsunuz.Kaleminize,yüreğinize sağlık.