Ayçe Abana: “Dijitalleşme, tiyatrodan korksun!”

Sahnelerden, dizi ve film projelerinden tanıdığımız Ayçe Abana ile kâh çocukluğuna, kâh kariyerine, biraz YouTube çalışmalarına yeri geldiğinde de Queen ve Freddie Mercury’ye değindik. Ayçe Abana, hakkında merak ettiğimiz soruları içtenlikle yanıtladı.
– Merhaba, sanatla iç içe başlayan çocukluğunuzdan başlayalım istiyorum. Aile içinde sanata ilginin olması bugün bulunduğunuz konuma gelmenizde nasıl bir yarar sağladı? Aile içinde sizi sanata yönlendirdiler mi?
Ayçe Abana: Ailem dedemlerle başlayan uzun bir gelenekle sanatçı… Dedem de ud ve keman hocalığı yapmış, babam aynı şekilde o da ud ve özellikle keman virtüözüydü, annem korist ve solist ve tabii hepsi kendi dallarıyla ilgili sürekli araştırmalar yapan insanlar. Böyle olunca evde 24 saat sanatla ilgileniliyor zaten. Sanat bir meslek değil, yaşam biçimidir. Bu yaşam biçimine doğduğum için ben de bu şekilde beslendim. Tabii evimizde kabak kemani dahil o kadar çok enstrüman vardı ki; piyano, keman, ud, tar, ney, akordeon ilk etapta sayabileceklerim. Tabii bu yaşam biçimi bir yönlendirmedir. Mesela ben üniversiteye kadar her ailenin evinde müzik yaptığını, ailecek yemekten sonra masada şarkılar söylendiğini, evlerinde her odada radyo olduğunu falan sanırdım. Üniversitede bir sınıf arkadaşım hayatta radyoları olmadığını söyleyince işkillendim ilk. Demek ki normali benim yaşadığım hayat değilmiş. Ne kadar şanslı olduğumun farkına da işte o sıralarda vardım. Dünyanın sayılı şanslı çocuklarından biri olarak doğmuşum.

– İzmir 9 Eylül Üniversitesi’nde Müzik bölümünde okurken sonrasında Oyunculuk bölümüne geçtiğinizi biliyorum. Bu kararın ardındaki sebep neydi?
A.A.: Oyunculuk okumaya karar verişim Müzik Bilimleri’nde okurken oldu. Oyuncu olunmaz doğulur demiştim bir söyleşide… Bir önceki soruda anlattığım ortamda yetişirken tabii resim de çiziyordum, şarkı da söylüyordum, taklitler de yapıyordum, Karagöz-Hacivat perdesi de yapıp annemlere oynatıyordum. En sevdiğim şey ise sonradan yaratıcı drama olduğunu öğrendiğim ‘yerine geçme’ oyunlarıydı. Her gün birinin yerine o kişi olur, onun yürüyüşünü, oturuşunu, konuşmasını, ses tonunu oynardım. Tabii bakın hala yönlendirme sürüyormuş, annem ve babam da ne yapsam bayılırlardı. Saçma sapan bir resim bile çizsem babam onu ‘Renk Armonisi’ adını verip çerçeveleyip duvara asardı. Annem, kemanla çaldığım (bana göre) ve kimsenin ne olduğunu anlamadığı bilinen bestelerin neler olduğunu anlamaya çalışır ve işin en ilginç tarafı; anlardı. Ben sanata dair ne yapsam iyi yapıyorum sanan bir çocuk olarak büyürken, bütün ailenin geleneği ile müzisyen olacağımdan emin Dokuz Eylül Üniversitesi Müzik Bilimleri Bölümü sınavına girip kazandım. İlk yıl tam bir rüyada olduğumu sanırken, bir gün koridorda Tiyatro-Oyunculuk Ana Sanat Dalı Bölüm Başkanı (O zaman ilkin uzaktan tanıdığım adı benim için buydu, daha sonra adı değişip; hocam, mentorum, dostum, yol aydınlatıcım, akıl tamamlayıcım, çok sevdiğim canım hocam oldu.) Prof. Dr. Özdemir Nutku ile karşılaştım, bana dedi ki ‘’- Şeycim sen hangi bölümdeydin?’’ (Genelde Şeycim derdi), ‘’-Müzik Bilimleri’ndeyim Hocam.’’ dedim, ‘’-Ha iyi iyi, bizim bölüme gelsene, sahneye çok uygunsun, harika bir potansiyel görüyorum.’’ dedi ve aynı hızla dönüp kafası milyonlarca şeyle dolu olarak ve beni orada şokla açılmış gözlerim ve toparlayamadığım bir karış açık ağzımla birlikte bırakıp gitti. Yerimde birkaç saniye kalmış ve hayatıma dair bambaşka kocaman bir kararı da tam o kadarcık sürede vermiştim. Oyunculuk bölümü sınavlarına girecektim. Öyle ya, yaptığım bütün taklitleri annemle babam alkışlamıyorlar mıydı zaten? Demek ki o potansiyeli görmüştü koskoca profesör, kaldı ki Müzik Bilimleri sınavını evet iyi bir puanla kazanmıştım ama oradan da kimse bana sende harika potansiyel var, iyi ki geldin dememişti… Sonra Müzik Bilimleri’ndeki derslerimi bolca ekme dönemim geldi, tiyatrocu olacaktım. Üst sınıflarımı izliyordum, bahçede ezber çalışıyorlar, eskrim yapıyorlar, dans dersine hazırlanıyorlar, makyaj, kostüm ve peruklarıyla sahne parçalarını deniyorlardı. Sanki başka bir gezegene gitmek gibi görünüyordu. O sene kadar ağır geçen bir sene de işte bu pandemi dönemi oldu. Geçmek, bitmek bilmedi o sene. Sınav zamanı geldi, jüri de çok kalabalık gelmişti, parçalarımı oynadım, en yüksek puanla da eğitim almak üzere Tiyatro- Oyunculuk Ana Sanat Dalı sınavını kazandım.

– Şartların sürekli değiştiği ve hayatın sürprizlerle dolu olduğu su götürmez bir gerçek. Tiyatro oyunları, dizi ve sinema projeleri ayrıca medyadaki çeşitli çalışmalar… Peki, sizce kariyerinizde bir dönüm noktası var mı?
A.A.: Kariyerimdeki tek dönüm noktası bana kalırsa İstanbul’a taşınmak oldu. Öncesinde üniversitede çalışmaya başlamıştım, İzmir’de yapılacak tiyatroya dair her şeyi yapmak istiyordum. Sonra eksiklikler, boşluklar oluşmaya başladı. Özdemir Hocam Şehir Tiyatroları kurup, oyunlar hazırlasa da İzmir izleyicisi o dönemde aramızda pek meşhur olmadığı için pek de ilgi göstermiyordu oyunlarımıza. Oyunculuk yapmayan oyunculuk hocası kadar amorf bir şey olamaz. Oynamak, yeni öğrendiklerimi, öğrencilerimden önce kendi üzerimde denemek zorundaydım. Ama İzmir için çok kısıtlı bir hale geldi bu durum, İstanbul’daki dostlarımın da ısrarı ile İstanbul’a taşındım. İlk etapta amacım yeni denemeler, araştırmalar, her tiyatronun farklı sistemini öğrenip, tez konum için de bilgilenerek geri dönmekti. Müzikal Oyunculuğu için yeni bir eğitim yöntemi geliştirecektim (ki bunun araştırmaları hala sürüyor, vazgeçmiş değilim, şimdi de yurtdışında devam ediyorum araştırmaya). Ama siz de biliyorsunuz ki İstanbul kocaman bir anafor gibi, hortum gibi. Yutuyor döndürüp istediği yerde bırakıyor. Beni hala tam olarak bir yere bırakmış değil. Havadayım, uçuyorum, müthiş bir hareketlilikle sürüklenme hali. Kendi sektörümde birçok dizide, her sene başka bir tiyatroda, televizyon kanallarında, bağımlı bağımsız filmlerle, hep öğrenerek hep yeni şaşkınlıklarla direnerek, kariyer planımı sanki ben yapmışım gibi düşünerek ama biraz da sistemin zorlamasıyla yeni ara yollara sapa çıka ilerliyorum.
– Uzun yıllardır oyunculuk kariyerinizi sürdürüyorsunuz. Zihninizde tazeliğini koruyan bir rol var mı?
A.A.: Benim için hala ilk çalıştığım ders parçası dahil bütün rollerim tazeliğini korur. İlk çalışmam sahne uygulamasına giriş dersi için ‘Antigone’ tiradı idi. Onu ve sonrasında çalıştığım, oynadığım yüzlerce rolleri hala nasıl daha iyi oynayabilirim diye aklımda döndürür dururum. Hiçbir rol tamamlanmadığı gibi, hepsine yepyeni ayrıntılar bulurum sürekli. Hepsi taze…

– Tiyatroya yıllarca emek vermenizin yanında çocuk tiyatrosu kitapları da yazdınız. Süreç içinde yeni oyunlar yazmayı düşünüyor musunuz?
A.A.: Çocuk Tiyatrosu da bambaşka bir gezegen… O gezegende dolaşmayı, nefes almaya çalışmayı, oranın şartlarına uyum sağlamak için çabalamayı çok seviyorum. Yayınlanan Çocuk Tiyatrosu oyun kitaplarım amaçlarına ulaştılar. Ülkenin doğu-batı-kuzey-güney her yanına ulaşıp çocuklarla canlandılar. Yeni oyunlarım zaten var, ama henüz bastıracak cesur bir yayınevi bulamadım. Kimse basmak istemiyor çünkü çocuk oyun kitabı olduğu için fiyatları düşük tutuyorum, böyle istiyorum, hepsi bir simit parasına alabilsinler diye, e tabii yayıncılar için bu bir külfet, kar marjı bilmem neyi için iyi bir seçenek değil. Eh daha önce basımı yapan ekip Don Kişot yayınları gibi bir cengaver de bu zamanda yok. Oyunları öncelikle Devlet Tiyatrosu Repertuar Kurulu’na yolluyorum ki hiç değilse birileri eleştirip daha da iyi bir hale getirebileyim diye bana ekip olsun. Böylece bütün oyunlarım Devlet Tiyatrosu Repertuar Kurulu’ndan geçmiş oyunlar. Bastırmak içinse doğru zaman ve doğru insanlar, düzgün, muntazam, aydınlıkçı insanlar gerekiyor. Onları bekliyorum, bakalım hayatıma ne zaman denk gelecekler. Son oyunlar şahane oldu, bir tanesi çocuklar mitoloji öğrensinler diye yazıldı ‘Yıkanmak İstemeyen Çocuk Herkül’ , diğeri de eskide kalmış nostaljik çocuk oyunlarını öğrenebilsinler diye; ‘Saklambaç’ okuyan büyükler de çok seviyorlar. Basılınca size de armağan ederim…
– Dünyada teknolojinin gelişimiyle birlikte bir dijitalleşme çağı yaşıyoruz. Tiyatro ve sinema gibi görsel sanatlar sizce bu çağdan nasıl etkileniyor?
A.A.: Tiyatro ve sinemayla kısıtlı kalmayalım, Sanat disiplini dijitalleşme çağıyla uyumlanmak zorunda. Öyle de olacak. İster istemez. Özellikle Tiyatro sanatının sade, teknolojiden bağımsızlığını ilan eden yanı hem aşırı çekici hem zorlayıcı noktası… Arası bulunacak. Ben muhafazakâr tiyatro sanatçıları gibi düşünmüyorum. Tiyatro kendi içeriğinde devrimsiz yapamaz. Devrimden bihaber olamaz. Çağdaşlaşma sürecini de en zeki biçimde kendi bünyesi için kullanacak sanat dalı olacaktır. Dijitalleşme Tiyatrodan korksun bence.

– Görsel sanatlarla beraber müziğe karşı da özel bir ilginiz var. Özellikle de Queen… Biraz bu ilginizden bahsederken müziğin görsel sanatları nasıl beslediğini bizlere anlatır mısınız?
A.A.: Görsel sanatlar, işitsel sanatlar birbirinden ayrılamayan çift yumurta ikizleri. Ben Müzik Bilimleri’nde okurken beste analizleriyle ilgilenirken, o arada da sevdiğim şarkıları, sanatçıları inceliyordum. Freddie Mercury besteleri benim için ilk şoklarımdır. Tabii Bach, Mozart, Beethoven, Saadettin Kaynak dışında ama onlarla zaten çok küçükken tanıştığım için Pink Floyd, Queen, Beatles, BeeGees, Jamiroquai benim için başka heyecanlar oldular. Ama Freddie Mercury’nin beste yapma dehası, vokal yenilikleri, çok sevdiğim gospel, blues ve jazz kalıplarını eserlerine ve şarkı söyleme tekniğine işleyişi, tiyatral sahne performansı, çizimini yaptığı grubun logosu, kendi çizdiği, bazısını diktiği sahne kostümleri, resimleri, ses rengi ve onulmaz derecede pozitif kimliği ile kedi sevdası beni aşırı etkiledi. Queen’in yeri bu nedenle bambaşka. Kaldı ki daha sonra grubun gitaristi Brian May ile tanıştığımda bir kez daha ne kadar doğru seçimler yaptığımı anladım. Brian May’a ilk sözlerim ‘Siz Harikasınız’ oldu, o da evrenin mütevazılığını içinde barındıran yumuşacık, sıcacık ses tonuyla bana dedi ki ‘Biz değil, Evren harika.’ ‘Yok yok’ dedim kekeleyerek ‘Siz mükemmelsiniz…’ hafif gülümsemesiyle gözümün içine girip dedi ki ‘Evren o…’ Anladım ki dünyaca ünlü olabilirsin, sana Gitar Tanrısı diyebilirler, Astrofizik Doktoru olup Nasa ile ortak çalışabilirsin ama hala da çok mütevazı olabilirsin…
Sorunuzun ikinci bölümüne geçecek olursam, müzik, görsel sanatların ayrılmaz bir yanıdır. Bu bir tiyatro oyunu ise, müzik sahnede olması gereken bir başka kişiliktir. Ortamı, duyguyu en net belirleyen olgudur müzik. Bir duygu için izleyicinizi istediğiniz yere götürmek istiyorsanız müziğin kanatlarına koymalısınız. Böylece uçabileceklerdir. Müzik ritim ve efekt de içerirken, insan duygularının birebir karşılığı enstrümanlar ve yorumlar bulunmaktadır. Dediğim gibi ayrılamaz, birbirlerinin hüznünü, sevincini hissedebilen, aralarında görünür görünmez bir bağ olan çift yumurta ikizleri bunlar…
– Uzun yıllar oyunculuk kariyerinizle birlikte oyuncu eğitmenliği yaptınız. İkisi arasında ne gibi farklılıklar var?
A.A.: Çok iyi oyuncu olabilmek, harika öğretebilmek anlamına gelmez. Ancak bizim işimiz usta çırak ilişkisi ile gelişir. Bu yüzden iyi bir öğrenci ustasını büyük bir dikkatle takip ederek harika bir eğitim alabilir. Ama oyunculuk yapmak, eğitim verebileceğimiz anlamına gelmemeli. Gelmiyor da zaten. Çok iyi oyuncu bir sürü insan biliyorum, berbatlar öğrenci yetiştirme konusunda, eğer ki öğrenci kendi tekniğinde öğretmeyi hocadan bekliyorsa asla verim alamaz ama kendi öğrenebilecek düzeyde ise o zaman fark etmez. İkisi de bambaşka işler kısacası. Eğitim vermek ayrı bambaşka şeyler öğrenip bilmeniz gereken bir iş, oyunculuk yapmak ayrı. İkisi başka meslek dalları ama birbirini de içeriyor. Her ikisinde de psikoloji bilmek, insanların dilini doğru okuyabilmek, iletişimde yol açıcı olmak…vb., gibi sorumluluklarınız var.

– Son dönemde oyuncu eğitmenliğinizi Youtube platformuna taşıdınız. Sizin Youtube yolculuğunuz nasıl başladı?
A.A.: YouTube’da eşim Yunuscan Kaya çok harika işler çıkartıyordu. Özellikle piyano uyarlamaları çok ülkede bir dolu insana ulaşıyordu ki bu çok memnuniyet verici bir durum. Kendisi kendisinden memnun olurken bana da ısrar etmeye başladı. Ben de ona karşı çabuk ikna olurum açıkçası. Tamam, dedim ben de bir şeyler anlatırım. Macera böyle başladı sonrasında da gelen özel mesajlarla, aslında ihtiyacı olup da bir şekilde bu tarz bir dünya ile yolu kesişememiş insanların mutluluklarını paylaştıkça ne kadar doğru yerde olduğumuzu anladım. Yapabildiğim yere kadar sürdüreceğim.
– YouTube üzerinden başlattığınız videolarınızla kısa sürede oyunculuğa ilgili insanların dikkatini çekmeyi başardınız. Çalışmalara gösterilen ilgiliyi nasıl değerlendirebilirsiniz? Metot ve eğitim hususunda Youtube üzerinden hangi çalışmalarla devam etmeyi düşünüyorsunuz?
A.A.: YouTube’da bu konuyla ilgili konuşan eminim yüzlerce kişi vardır. Ben bir iki tanesine bakabildim. Sayı çok da olsa az da olsa ihtiyacı olan insanlar azalmıyor gördüğüm kadarıyla. Tabii işini iyi bilen eğitmenle, ben de bu konuda konuşabilirim, iki kursa gittim evelalllah diyen kişinin ayrımını yapabiliyor bu ihtiyaç sahipleri. Oyunculuğun ve yaratım ile iletişimin temel ilkelerini anlatabildiğim kadar anlatacağım. Bu bir yere kadar gidebilir çünkü üzeri birebir kontrol edilmesi gereken bölümlere girer. Tıp Dünyasında iseniz öğrencinize böbrek ameliyatı anlatıp, git kendin yap, diyemezsiniz. Bizim için de öyle yapamayacakları bölümlerde onları tek başlarına bırakamam. O yüzden ortaklaşa bölümler sürecek. Diğer alanlar için zaten online derslerle birebir kişisel koçlukla çalışıyoruz. Online dersler de hiç ummadığımız kadar neşeli ve verimli geçiyor. Pandemi öncesi ben de yabancı ülkelerdeki öğrencilerle workshop şeklinde denemeler yapmıştım. Çok sevmiştim. Ama tam kapsamlı derste neler olacağını bilmiyordum. İyi de oldu, hepimize iyi geldi. Yine yüz yüzeyiz, yine birbirimizle teke tek ilgileniyoruz, ancak dokunamıyoruz, o da pandemiden sonrasına kalacak muhteşem bir beklenti.
– İçinde bulunduğumuz süreçte salgın sebebiyle zorluklar yaşıyoruz. Zorlukların sanatı her zaman etkilediği görülmekte… Pandemi sürecinin tiyatro, sinema, oyunculuk gibi görsel sanat kavramlarını nasıl etkilediği ve kısa-uzun vadede nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz?
A.A.: Zorluklar sanatı içinde iken yıpratır ama sonrasında bambaşka fantezilerle küllerinden doğurur. Besleyicidir. Tazeler. Başka acılarla yoğurur. Destekler. Karanlığın ucundaki beyaz ışığa doğru ilerletir. Yepyeni türler doğacak, yeni dertleri anlatacağız, yeni neşeler bulacağız kendimize ortaklaşa sevincimizi doğuracağımız. Yeniden güleceğiz hep birlikte

– Yakın gelecek adına konuşursak gerçekleştirmek istediğiniz projeler var mı?
A.A.: Çok fazla projem var. Bu aralar Londra civarında CultureClubLondon adında bir Tiyatro kurdum. Burada gençlerle, çocuklarla, yetişkinlerle hem yaratıcı drama hem tiyatro, iletişim ve Yaratıcı Beden Dili çalışmaları yapacağız. Oyunlar çıkartacağız, müzikaller çalışacağız, piyano, şan derslerimiz olacak. Aile yaşamına destek olacak tüm yaratıcı unsurlarla birbirimizin sırtını kollayacağız. Kısacası kendi çekirdek ailemden aldığım güven duygusu ile sanatın iyileştirici, birleştirici, insan olduğumuzu hissettiren gücünü başka çekirdek ailelere de yaşatmak istiyorum. Bundan daha büyük bir mutluluk yok. Veronika’nın Dünyası ve Anna Karenina oyunlarımız sürecek. Olduğu Kadar isimli yeni oyunumuzun çalışmaları var. Çocuk Tiyatrosu hiç durmayacak. Eşimle birlikte olan sahne gösterilerimiz ve konserlerimiz devam edecek. Bunların hepsini kendi ülkemizde ve yabancı ülkelerdeki kendi insanlarımız başta olmak üzere sanatsız yaşayamayan herkesle gerçekleştireceğiz. Sevgi ve mutluluk ve sanat paylaştıkça büyür. Ne kadar büyütebilirsek o kadar büyük de karşılığını görürüz. Huzur, mutluluk ve aşktır karşılığı.
– Bizleri kırmayıp röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Son olarak okurlarımıza ne söylemek istersiniz?
A.A.: İnsan olmayı bize öğretecek en büyük sevgi sanattır… Ben teşekkür ederim… Youtube kanalıma abone olmayı unut… Şaka şaka 🙂
Uğur Hakan Hacıoğlu
Etiketler Ayçe AbanaröportajsinemasöyleşitiyatroUğur Hakan HacıoğluYouTube
0 yorum “Ayçe Abana: “Dijitalleşme, tiyatrodan korksun!””