Kas Ağrılı, Hikayeli Sınır Aşımları

Dersin bitiminde, pilates matının üzerine oturup, tüm akışın kaslarımda bıraktığı etkiyi tek tek gözlemledim. Bazen çığlık attıracak kadar kasımı zorlayan bir hareketin sonunda, kasın geçtiği eşik ve sonrasında gelen rahatlama o sınırı aşmaya değiyordu. Hareketi doğru yapıyorsan, acı kasın çalıştığının göstergesidir. İşte bu eşikleri atlaya atlaya da gerçek potansiyeline doğru adım adım ilerlemeye başlıyorsun. “Yıllardır spor yapıyorsun, defalarca aştığın eşikler oldu. Bu kas zorlanacak ama iyi gelecek, iyi hissedeceksin; hadi” dedim kendi kendime. Sonra devam etti konuşmaya iç sesim: “Sınırları aşmak da böyle bir şey…”
“Sınırlar üzerine yazmak istiyorum” dedi sonra iç sesim. Akşam, Nouvart’ın kurucusu Sevgili Efe’ye söz verdim; “kariyer yazısı yazarım, içimde de bir yazma isteği var” diye ama sonra sınırları düşünüyorum. Bundan bir kariyer yazısı çıkar mı ben de bilmiyorum. Ama sınırlar zihnimde dolanıp duruyor. Neden olmasın! Karar veriyorum; sınırlardan her tür konu için yazı çıkar: Kariyer, felsefe, aşk, yaşam, yemek, spor, sanat, seyahat ve dahası…
Bi kere “sınırını bilmeli insan” diyor içimdeki bir ses, diğeri karşı çıkıyor: “Sınır bilinecek bir şey mi ki!” Doğru ya sınır varmadan, geçmeden, geçtiğin anı hissetmeden bilinecek bir şey değil. Bazı oyuncular vardır hani; hep salon kadını, salon erkeği rollerde rastlarız. İşte o oyuncuyu köydeki tarlayı süren, ineğini sağan Ayşe Bacı, Hasan Ağa olarak izlediğimizde ve bu karakterin elbisesini biçilmiş kaftan olarak gördüğümüzde bir sınır geçilmiştir. Ya o hep pop müzik ustası olarak hayran olduğumuz kadın vokalin, başarılı bir opera performansına şahit olursak şaşırmaz mıyız? Sınırı aşmak biraz da şaşırtmaktır belki. Sporcuların sınır aşmakta birçok meslek dalından ileri olma potansiyeli vardır. Özellikle yarışma, rekabet odaklı konularda sınırlar daha zorlanmak zorundadır o halde. Bir cerrah ne zaman aşar sınırını; ilk kesiğini attığında mı, ilk ölümü yaşadığında mı? Ya bir avukat; savunmasını yaptığı davayı kazandığında mı yoksa kaybettiğinde mi? Bir çocuk için mesela ilk adımı atmak mıdır sınırı aşmak yoksa ayağa kalkmak mı? Sınır aşmak kararla mı olur, hedef koyarak mı yoksa akışa teslim olarak mı?

Hislerini gizlemede usta bir insan, aşkını itiraf ettiğinde mühim bir sınırı aşmış olur mu? Sınırlarını tanıyan insanlar mı daha mutludur, farkında olmayanlar mı? Hiç düşündün mü aştığın en büyük sınırın neydi, nasıl motive oldun ya da bir zorunluluk muydu seni o eşiğe getiren? Sınırını bilmek, haddini bilmek midir mesela? Biçilmiş rollerden, ezberlenmiş koşullardan sıyrılarak, sanılandan öte bir yerin varlığına inanmak ve gözünü dikmek midir sınırı aşmak? Zorlanacağını bile bile, sonunun nereye gideceğini kestiremeden, konfor alanını terk eden cesur yüreklerin harcı mıdır sadece?
Sınırı aşmak belki de düşünen bir zihinle, gazetecilik ahlakına uygun doğru soruyu sorup, o yalancı politikacının itibarını yerle yeksan etmek olabilir. Sınırı aşmak için eylem olmazsa olmaz diyebilirsin. Ama oturup meditasyon yaparken ya da dua ederken de aştığımız sınırlarımız yok mudur? Sınırlar ne kadar somut olabilir, soyut hallerin de içinden geçmeden!
Sınır bir güvenli alan verir doğrudur ama zorlandığımız o an var ya işte orası genişletir de sınırı ve güven olması gerektiği şekilde geri gelir. İnsan deneyimden geçe geçe öğrenir. Sınır kısıtlar da aynı zamanda. Çünkü güven duygusu korkudan besleniyor, konfor ihtiyacından sınırlar aşılamıyor olabilir. Özellikle neredeyse son bir yılımız sınırlarımızı iyice çizdiğimiz pandemi gibi bir gündemle doluyken, bu yazı konusu boşuna içime düşmedi. Şu an hepimiz sınırlarımızı yeniden keşfediyoruz. Evde kalanların aştıkları sıkılma, yeni uğraşlar bulma eşikleri, sokağa çıkma kısıtlamalarının aşılması gereken duygu eşikleri, pandemi de olsa işe gitmeye devam edenlerin aştıkları korku eşikleri bile an be an bizi sınırlarımızı genişletmeye zorluyor. Bazen fiziksel, bazen duygusal bazen de her iki şekilde olabiliyor bu durum.

Sınırlarımızı aşarken, sınırlar genişlemiş de olur dedik. Ancak risk almak, korkularla yüzleşmek, bazen acıya katlanmak gerektirebilir bu genişlemeye varan yollar. Bir ülkeden diğerine giderken aştığımız sınırı düşünelim; kara, hava, deniz ne yol olursa olsun mutlaka pasaport kontrolü, gümrük işlemleri gibi süreçlerden geçeriz. Hem de çıkışta ve girişte yaşarız tüm bunları. Yani yeterliliğimiz, geçiş için gerekli belgelere sahip olup olmadığımız kontrol edilir. Sokağa çıkma yasaklarında da izin kağıdı mecburiyeti ve yaş sınırları da böyle değil mi zaten! Dönersek seyahat sınırlarına; varsayalım kara yoluyla geçiyoruz ve pasaportumuz yok, sınırı geçmeye de kararlıyız; koşmaya başladık, ne olur? Vurulabiliriz, tutuklanabiliriz kısaca sıkıntılı süreçler. Yaşamımızdaki bir sınırla yüzleşirken de yapar mıyız bu kontrolleri, yoksa balıklama atlar mıyız sınıra doğru; vurulma, tutuklanma, ceza alma risklerine rağmen. Kendi kendimizin sınır polisi olduğumuz zamanlar var mıdır? Ya da çevremizdeki insanları sınır polisimiz olarak dikkate alır mıyız? Ya da daha da enteresanı kimlerin sınır polisliğini yaparız en çok?
Çalışmayı çok istediğiniz uluslararası şirkete İngilizcenizin yeterli olmadığını düşünerek başvuru bile yapamazken, ebeveyniniz de zaten “onca torpilli varken seni almazlar” demeye başlamışsa, sağır kaplumbağa hikayesindeki gibi olun derim. Çünkü denemeden bilemezsiniz. Hikayeyi bilmiyorsanız başlayalım anlatmaya: Zamanın birinde, kaplumbağalar arası bir yarış organize edilmiş. Yarışmanın kuralı: “Tepeye ilk varan kaplumbağa yarışı kazanır.” şeklindeymiş. Vakti gelince, bir sürü kaplumbağa arkadaşlarını seyretmek için yarış yapılacak bölgeye toplanmışlar. Ve yarış başlamış. Seyircilerden hiçbiri arkadaşlarının bu tepeye çıkabileceğine inanmıyormuş. Kimileri bu inançlarını yüksek sesle dile getirmekten kaçınmıyorlarmış. Öyle ki, yarışmacıların bazıları: Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!” seslerini dahi işitebiliyormuş. Yarışmaya katılan kaplumbağalar bu tepeye ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmaz bir gayretle tepeye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyircilerin sesleri yükselmeye başlamış; giderek bağıranların sesleri yarış alanında yankılanır olmuş: “…Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!” Sonunda, bir tanesi hariç, diğer kaplumbağaların tümü ümitlerini, gayretlerini yitirmiş ve yarışı terk etmişler. Ama yarışta yapayalnız kalan son kaplumbağa, büyük bir gayretle mücadele ederek, bu tepeye çıkmayı başarmış. Diğer yarışmacılar ve seyirciler, hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kaplumbağa ona yaklaşmış ve sormuş, bu işi nasıl başardın diye. O anda farkına varmışlar ki bu tepeye çıkan kaplumbağa sağırmış! Bundan sonra ise sağır kaplumbağanın çıkılmaz sanılan doruğa tırmanmayı başarmasıyla, kaplumbağalar dere tepe demeden yeryüzüne yayılmanın, sabır ve kararlılıkla yol almanın ne demek olduğunu öğrenmiş ve bunları gerçekleştirmeye cesaret bulmuşlar.

İşte bu hikayedeki gibi bazen sağır ve kör olmamız, bazen de hislerimizi aldırmış gibi yapmamız gerekebilir sınırlarımızı aşarken. Ben az önce fark ettim ki çok zorlu pilates hareketlerinde gözlerimi kapatıyor ve iyice nefesime odaklanıyorum yani tamamen içe dönüyorum. Çünkü bazen acı, korku bazen kan, gözyaşı ve alın teri ile o eşikte beklerken, bir adım sonrasına varan o biricik hareket kendi içimizden doğuyor. Devrim yapanları düşün, kaderini baştan yazanları, dünyayı değiştirenleri hepsi bir hatta birçok sınırdan geçiyor. Tüm o hayranlıkla dinlediğimiz klasik müzik eserlerinin bestecileri, hayranlıkla seyrettiğimiz tabloların ressamları, hayranlıkla izlediğimiz dans performanslarının dansçı ve koreografları, Nobel alan bilim insanları, ülkesine özgürlük aşılayan liderler… Bununla da kalmıyor, çevremizde de sınırlarını aşmak konusunda yürekli bir çok insan yaşıyor: O çok çalışmak istediği uluslararası şirkete torpilsiz giren genç, kendi işini kuran girişimci, işinde fark yaratan servis elemanı, insanların hayatını kurtaran cerrah, adaleti sağlayan hakim, şirketini ileri taşıyan CEO, bir alanda ilk adımı atan fikir sahibi hepsi ama hepsi bir hatta birçok eşik atlıyor ve sınır çizgilerini arkalarında bırakıyorlar.
Bazen küçük, bazen büyük olabilir bu geçişler; bazen etkisi dünyaya bazen de bir kasımıza da olabilir. Her aşılan sınır, durduğumuz yerden daha yukarıya, ileriye götürür ama bizi. Artık o kas o hareketle ağrımaz, artık o genç hayal ettiği şirkettedir, artık o bilim insanı yaşama anlam katan bir buluşun sahibidir ve o besteci ölümsüz olmuştur. Arkadaki çabamız, emeğimiz tek seferlik adımızı dünya sahnesine yazdıracak kadar büyükse zaten geçtiğimiz eşiğin yankısı da bir o kadar büyük olur ve artık o sınırdan geri dönüşümüz yoktur. O başarı yaşama anlam katar; yazılır, çizilir, çalınır, söylenir, nesillerden nesillere taşınır ve kalıcı olur. Sınırlarda gezinme ustası olduğumuz yaşam sahnesinde, bir küçük adımla geçtiğimiz sınırların yankısı kendi hayatımıza dokunsa yeter; bu bile başlangıçtır, gerisi gelir. Kader gayrete, sınır da kararlılığa karşı koyamaz!
Tuğba Uzüğüten
Etiketler hayatinsanKas Ağrılı Hikayeli Sınır AşımlarısınırtoplumYaşam
- Önceki Nada’nın dördüncü teklisi: “Ay Doğdu”
- Sonraki Suat Akdemir’in dingin ama muğlak renkleri: “Tekil-Çoğul”
Tek kelimeyle harika bir yazı dönüp tekrar okunası kalemine ruhundan dökülen güzel kelimelerine sağlık❤👍👏