Kirli Çıkı

0

Mezbahadan çıkardıkları günü hatırlıyorum bizleri; biz neysek? 

Kafanız düşüyor diyorlar; uykusuzluğumuza veriyoruz. Sonra ekliyorlar; kafanız düşüyor. Anlamıyoruz; biz neysek?

Derilerinizi yolacağız diyorlar; mezarlarınıza tüküreceğiz. Alıntı yapıyorsunuz, yapmayın ayıptır diyoruz. Yolunmak müstahaktır sizlere diyorlar. Tüyle deri arasında gidip geliyor bilincimiz. Kazlar sıraya geçmiş bekliyorlar sanki; biz neysek?

“Çıkartın iç organlarınızı, yazılı yapacağız.” diyorlar. “İçimizden tez canlı olanlar,” diyoruz; lütfen ön sıralara. Bir sanat yapıtı üzerine çeşitlemeler gibi, arkamızda ve önümüzde duruyor oluşturduğumuz saflar. Anlıyoruz ki arada bir biz yokuz, bir de boşluk; biz neysek?

Ağaçlardan öğreneceğimiz çok şey var. 

Ne gibi?

Sabır, sebat falan diyesim geliyor ama ağaçların ne halt öğrettiğini bilmiyorum açıkçası ve böyle sorular gelince, bayağı bir afallıyor insan. Hepi topu dal budak, yaprak ve meyveden ibaret değil midir bir ağaç? Siz ilk saatinde delirseniz de, o milyonlarca saat bekleyebilir bir otobüsü. Yerinde ve kararlıdır her zaman. Bir eğeni mevcutsa şayet, gözünün yaşına bakmaz eğilir de.

Ee; ne işimize yarayacak bunlar?

Benliğiyle hiç konuşmamalı, sadece hesaplaşmalı insan. Yarar sağladığı için var olmaz bir şey. Ucu sana dokunduğunda iletişirsin o kadar. Eylemsizlik de bir tepkidir ve etkimesi gerekmez ille de. Duruyorum ve sana dokunuyorum benlik. Ve lütfen senle konuşmam, yüzleşmem kadar içi boş ve tüm hislerden arındırılmış olsun bu dokunuşlar.

Ve her zamankinden de kahredici yüzleşmek.

Odun gelinip odun gidilen bir yaşam, çoğu kere yeni bir iz arayışı içerisinde sürüklenen de bir yaşamdır aynı zamanda. Bazen bir sperme, bazen de henüz patlamamış mısır tanesine indirgenen iz bırakma eylemi hayatın tamamına hükmettiği an, kıstırılmamış kuyruğunuz kalmamış demektir. Yaşamın tamamının sonu gelmez bir yakalanma arayışı olduğunu kimse söylemez size; bağımlılık, içinde bulunulduğu anda dile getirilen bir eylem değildir çünkü.

Tekrar tekrar duymak ve dinlemek istediğimiz pek çok ses var kafamızda ve bunları sürekli kurmaktan kendimizi alamıyoruz. Reklâma kim takar; iyisi de kötüsü de olur düşüncelerin. Kutsal Ç’ler gediklisi çamur ve çöplük başta olmak üzere her türlü birikinti bunu tanımlamak için vardır. Ve içine gömülünen bu bataklıkta üzerimizden ne kadar ağırlık atarsak atalım, giderek daha da batacağımız kesin. İşte sırf bu yüzden de hiçbir odun metaforu ağaç metaforuna dönüşmemeli. En azından ısıtmaktan çok uzak bir şömine işlevinin kafa karıştırıcı bir hâl almaması için yapılmalı bu. Yoksa her haltına anlam yüklemekten vazgeçmeyen insan soyu, kendinde ve etrafındaki her şeyde işlevsellik arayışını bırakıp, estetik hazlar duymak gibi saçma ve boşuna arayışlarda bulup duracak kendini. Zanaatın sanata yenilmesi bir gerçeklik değil, berbat bir zaman kaybıdır sonuçta.

Hadi be! Sanatsız yaşam mı olurmuş! Kişinin özbenliğinde ikilik yaratacak ve bölünmelere sebep olacak kadar gereklidir sanat. Bırakın, bilimin ve ardılı teknolojinin işi ve de görevi olsun işlevsellik. Zanaat de kendi işlevselliğini o hüner patlamaları içinde istediği her yerde yakalar nasılsa.

Estetik hazları doldursak küfeye de, iş sanat yapmaya kalsa keşke. Daha da doğrusu, estetik hazları doldurduk da küfeye, iş sanat yapmaya geldi sanki…

Yakama eskimiş kuşlar konuyor; kocamış kuşlar kenarlarına. Bokları da kocamış; bir boka benzemiyor.

Havalanıyor yakamdan sonra; derken ve birden. Sanırsın ki tüm anları kaplamış kanat çırpışları.

Öyle öğretildi ya; pırpır etmesi gerekirken içinin, sen alnına düşen pisliğe dalmış, sayıklıyorsun olanları.

Söylediklerin yalan ve doğru çıkıyor yazılanlar.

Tıpkı iki ayı arasındaki en kısa mesafenin çiftleşmek olması gibi, iki nokta arasındaki en kısa mesafesin sen sanat.

Giderek salaklaşıyor tüm önermeler. Bir şeyin içeriğinden ziyade, ona yakınlaşmanın çok daha önem kazandığı bir düzlemde elbette ki kaçınılmaz bir durum bu. Teknolojinin tüm mesafeleri görünür ve ulaşılır kılması demek, bilgiyi kullanılabilir hâle getirmeyi sağlamıyor maalesef. Sanatı gereklilik olmaktan öte, doğal ve olağan karşılamamız gerekiyor; ki yaşamdan ayrı tutulan hiçbir yanı kalmasın.

Hangi cümleyi kursak, önerme oluyor ve bu, haddinden fazla saçma, haddinden fazla korumacı! Koltukaltlarımızdan tutulup sürüklenmedikçe, o püfür püfür rahatlığı ve getirisi özgüveni hiç tadamayacağız belki de. Konformizm ve hazcılık adına büyük kayıp. Biri cebinden not defterini çıkarıp, kayıp hanesinde bir çentik daha atıyor ve biz onun kim olduğunu göremiyoruz bile; ne acı!

Önerme Cumhuriyeti’nin yanına Çetele Cumhuriyeti diye yeni bir halka daha eklendi ve anlatımlar da dünyanın boktan düzenine giderek daha da benzemeye başladı. Sanırsınız ki tüm pislikler bulaşıcı bir hastalık gibi dünyanın her köşesine yayılmış, tek bir boşluk bırakmamış. Evrimin bize hiç sunmadığı hâlde bünyemize yerleşen bu korku, bu acizlik ve bu çaresizlik tıpkı diğerleri gibi yapay ve sadece bize ait. Sanatın da olmasa, diğer canlılarla kendini bir tutma şansın hiç kalmayacakmış insan ve sen hâlâ kendini üstün görmek gibi saçma sapan bir ruh hâli içinde olmaya devam ediyorsun.

Hayatımızda biri olsun, bize yaşadığımızı hissettirsin, bir amacımız olsun, ona ulaşmak için de bir yolumuz olsun ve tüm bunlar karşılıklı olsun; olsun da olsun… Böyle giden bir kafanın yaşadığı söylenebilir mi? Kaldı ki, yaşamın ayrıksı çocuğu sanatı icra ediyor olabilsin. Üstelik ne yaşamın yaşanmaya ne de sanatın icra edilmeye hiçbir ihtiyacı yokken.

Gereksinim duymak istedikleri için, sanatın varlığını hissetmeye çabalayanların varlığı, ucuna yem olarak takıldıkları oltanın başındakiler kadar gereksiz ve boşuna. Ve bu eğreti düzenek sonsuza dek uzanma potansiyeline sahip. İhtiyaçlar listesini ta en başında alışveriş sepetine gömmeliydin insan. En azından çöplüğünde az da olsa nefes alacak boşluklar için yapmalıydın bunu.

Artık hiçbir önemi yok hayatı ve sanatı tasarlamanın. Kaldı ki bir farkı olsun; “kafam rahat değil, sanat yapamıyorum”un, “kafam rahat değil, çıkaramıyorum”dan. İçinde zaten var olan bir şeyin senden bu denli uzaklaştırılmasının ve sana bu denli yabancılaştırılmasının ironisini yaşıyorsun. Benliğinden dine, oradan da Tanrı’ya uzanan teslimiyetin tam da böyle başladı işte.

Tuhaf tuhaf tuzaklar var vücudunun her noktasında. Ve onlar olmaksızın yaşayamayacağına inandırılmışsın bir kere; attığın her adımda geriye bakmadan duramıyorsun. Sarsak ve belirsize uzanan yürüyüşünde vazgeçilmez o kadar çok detay var ki, hepsi de hesaplaşma adı altında sunuluyor önüne. Üstelik de kimin sunduğunun hiçbir önemi yok. Bunun bir öznesi olmasa bile, bu asli, bu kutsal ve bu salak görevi hiç tereddütsüz üzerine almaya devam ediyorsun nasılsa.

Öz denetim, vicdan, muhakeme gibi frenlerle hangi sanatın hangi hızına ulaşabildin de, hangi eşiğini aşıp, hangi boyutundan geçebildin? Ve ne yaratıcılığı be! Çıkar sadece baklayı ağzından.

Kenan Yaşar
Önceki İçerikIstanbul Photo Awards 2019 başvuruları devam ediyor
Sonraki İçerikRak-ı Plak-i / OnAir Sahne
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments