Onmaz ve Olmaz Olasıca Süngerimsi Bir Dokunun Katli: Hasar

0

Hep olurdu ve buzdağının altında hissederdim, kanların üzerime geldiğini.

Kafama çarpmadan batan bir gemiydi algılar: Beş yolcu, 2013 mürettebat, 2017 filika ve en mahrem yerleri açıkta kalmış zavallı Kaptan…

Sevgisini mahkûmlara gömmüş, garip bir gardiyandı hüzün: Elleri tutmayan, tehlikeye hasret ve kendinden kaçışa izin vermeyen.

Bardak kırık, dudak yırtıktı. Suda yüzen buzlar okyanuslar kadardı. En hüzünlüsü de, dağlarından küçük okyanuslardı.

Bütün zamanı soğuran, boyutları hibe eden Tanrı cömertliğin itirafını yine buzlar üzerinde yaptı: Beynin hasarla ilk teması; algıların bozulduğu andı.

İnsan korkusu da olur, hayvan korkusu da; hatta hatta, tanımlanamayan bir yaratık korkusu da. Nefes alan ve hareket eden herhangi bir şey olsun yeter ki. Bir de arada, iletişim denen ve uçları birbirine bağlayan o gizil bağ dâhil olursa olaya, samanlık seyran olur, ne güzel olur. Böyle bir yan yana ve art arda geliş de, yaşam döngüsü oyununu olanca boktanlığıyla oynamamıza yeter de artar bile. Evet, çok de şey istemiyoruz aslında malzeme ve tedarik tanrısından; bunları karşılasın ve her şeyi yoluna koysun yeter.

Sadece göz açıp kapayana dek kısa bir sürede etrafımızdaki her şeyi mahvediyoruz. Tepe taklak olmayan hiçbir şey kalmıyor etrafımızda. Yaşamımızı yaşanmaz kılan asıl şey, korkularımızla şekillenen ve geri dönüşü olmayan hasarlardan başkası değil; bunu gayet iyi biliyoruz. Korkuların birer ateşleyici olduklarını ve eylemi başlatan şeyin ta kendisi olduklarını fark ettiğimiz anda da kendilerine daha çok sarılıyor ve tam manasıyla müptelaları hâline geliyoruz. Önünde sonunda da korkunun kendisi başlı başına aranan ve özlenen bir şeye dönüşüyor. Ve bu noktada, yapay olmanın çok ötesinde şartlandırılmış bir doğallık olduğunu anlıyoruz onun.

“Kim korkar ki değil, kim korkmaz ki hayattan” olmalı insanın varlık ve özünün bileşkesi ve büyük bir güvenle bu sorgulamaya sarılmalı insan. Oraya buraya çarpamamaktan öylesine yorulmuş ki, bünyesindeki hasarı dokunarak bile algılayamıyor. Çarpmanın hızı ve dokunmanın sabrı asla birleşmiyor o pörsümüş bedende. Hasarı beynimizde hissettiğimiz ölçüde dışarıya da yansıtabilmek, sürekli yalan söyleyen bir ayna da olsak, boynumuzun borcu olmalı oysa. Ve baktığında kendini gördüğünü sanan hemen her nefes alırla iletişebilmenin büyüsünde şaşılacak hiçbir şey yok en çok da. Sonu, “başka bir seçeneğim yoktu, mecburdum ona”ya gelip dayanacak nasılsa.

Korkuyu bedene yerleştiren hormonlarla, hasarı yaratan ve kontrol eden hormonlar özdeş aslında. Üzerine bir de merak eklenince, değme gitsin o şapşal bedenin keyfine. İşte tam da o zaman normal diye tanımlanan her şeye meydan okuyup, sıradanlığın eylemsizliğe ve hiçliğe dayalı bir hakaret olduğunu anlayabiliyor ve üzerine sinen böylesi yaftalardan ölümüne nefret ediyor. Yerden göğe kadar da haklı; bu durağan ve tekdüze oluşumun sonsuza dek peşini bırakmayacak bir işkence olduğu gün gibi ortada çünkü.

Olan ve olası tüm normalleri, tüm ortalamaları sana bağışlasak, karşılığında da hasarlarının yol açtığı kaosta oradan oraya sürüklenerek ve inim inim inleyerek geberip gitsek, çok mu zorlarız fedakârlık ve sabrının sınırlarını? Arada bir yaşadığımızı hissetmek de hiç de fena olmaz hani.

Kime diyoruz; kime!

Kenan Yaşar
Önceki İçerikÇizgi film karakterleri Game of Thrones karakterlerine dönüştü: “Game of Toons”
Sonraki İçerikOsman Hamdi Bey’in Dünyasına Yolculuk: Sanal Gerçeklik Deneyimi
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments