Pink’li, Floyd’lu ve fakat Syd’siz…

0

Stoklar bitince
Aranan ben oluyorsam
Ve depo boşsa
Bekçi olmadan da
Ateşe ver
Ateşe ver ki
Göreyim

Yangın başlamaz
Kontrol mü
Komik olma
Kuledekiler ne işe yarıyor

Tanıdım seni
Ele verdim kendimi
Elime bakma
Oyun başladı
Ve ilk kuralı
Sakın unutma

Yazıyorsanız Syd Barrett’ın hayatını, birileri kalkıp, “Kimyasallardan erimiş bir beyin, yazık olmuş bir müzik kariyeri ve boşa geçen bir hayat!” diyecektir. Desinler ve demeye de devam etsinler…

1946 yılında doğar Syd Barrett. Aylardan ocak, günlerden 6’dır. Ve 7 Temmuz 2006’da da “Son” yazsı belirir gezegenin dev ekranında.

Müzik dünyasının devlerinden Pink Floyd’un kurucusudur aynı zamanda. Çocukken piyano çalmadaki ustalığı, onu lise yıllarında rock grubu kurdurtacak kadar müziğin içine almış, kısalar kısası müzik kariyerinde ilk adımları atmasını sağlamıştır.

Roger Waters ergenlik arkadaşı; aynı zamanda kurduğu ilk grubunun da yoldaşıdır. Sonrası zaten Pink Floyd’dur ve hiç de uzun sürmez bu yoldaşlık. Neden, LSD ve türevleridir. Neden, kimyasalların kontrolden ve zıvanadan çıkardığı o mükemmel beyindir. Ne kullanırsanız kullanın, unutmayın ki birlikte yola çıktığınız insanlarla aynı çizgide bir şeyler ortaya koymak, üstelik bunu da anlaşılır ve kalıcı kılmak zorundasınızdır. Sonuçta, müzik de diğer tüm sanat atraksiyonları gibi bir alışveriş döngüsü içinde ilerler. Öne sürdüğünüzü başkaları anlayabilsin ki, ortada paylaşılacak, alımı ve satımı yapılacak bir şeyler olabilsin. Başta iletişim olmak üzere, dünya düzenini var eden hemen her şey bu tecimsellik üzerine kuruludur. Ve bu lanet döngünün dışına çıkmak demek, elbette ki yavaş yavaş silinmek ve yok olmak demektir.

Çocukluk yıllarının diğer bir göz bebeği de resimdir Syd’in. Söz konusu sanatsa, söz konusu yaratıcılıksa, hemen her gözenekte parmağı vardır Syd’in. Evet, Roger Keith olan adını Syd olarak değiştirecek kadar, “Bunda bir yaratıcılık göremiyorum!” diyenleri susturacak kadar yaratıcıdır Syd.

7 yaşında piyano yarışmasında gelen birinciliğin de bir önemi yoktur; o zaten müzisyen doğmuş, müzisyen ölecektir. Kendi doğurduğu Pink Floyd’la birlikteliği çok kısa sürse de, Pink Floyd doğmuş, Pink Floyd ölecektir. Aynı şekilde ressam, şair ve ozan doğmuş, ressam, şair, ozan olarak da ölecektir.

1965’te, güzel bir üniversite ortamında kurulur Pink Floyd. İsim babası elbette ki Syd’tir. Kanından hiç eksik olmayan blues akıntısı ve sıcaklığı, hayranı olduğu Pink Anderson ve Floyd Council’in adlarını birbirine kaynaklayarak Pink Floyd adının doğmasına neden olmuştur. Tıpkı unutulmaz ismi Syd’i üzerine nasıl giydiyse, aynısını Pink Floyd efsanesini başlatırken de yapmıştır.

Aralık 1961’de henüz 15 yaşındayken babasını kanserden kaybetmesi, oldukça sarsar Syd’i. Çocukluğundan itibaren başta müzik olmak üzere, sanata yönelmesi genelde annesinin teşvikleriyle gerçekleşmiş, babasının ölümüyle de bunların dozu iyice artmıştır. İyi ki de artmıştır! Lise yıllarının ilk göz ağrısı Roger Waters ve üniversiteye adım atar atmaz tanıştığı David Gilmour, Pink Floyd’un diğer beyinleridir.

“Geoff Mott and The Mottoes” adındaki ilk grubunu kurduğunda, daha çocuk denecek yaştadır Syd. Okulda ve evlerinin önünde verdiği konserlerle pişer ilk müzik serüveni. Grup dağılana dek de müziği olgunlaşmaya devam eder.

Blues ve caza duyulan ilgi ve merakla çıkılan müzik yolculuğu, gençliğini kuşatan The Beatles ve The Rolling Stones’a duyulan hayranlıkla yeni yeni yollara saparak devam eder. Syd’in giderek daha da psikedelik bir hâl alan müzik bilincinde/evreninde bu benzersiz kolajların izine hemen her yerde rastlamak mümkündür. İçine kapanık ve kırılgan biridir Syd. İfade biçimini konuşmak yerine sanatta arar. Kimi zaman yazarak, kimi zaman çizerek, kimi zaman da çalarak ve söyleyerek açığa çıkar bu ifade biçimi ve tüm yaşamını sarar.

1960’ların hemen başında Beatles ve Rolling Stones’un bazı parçalarını yorumlamaya başlar Syd. Devam eden süreçte ilk bestelerini de yapar. Ozan kimliği iyiden iyiye açığa çıkmış, oldukça üretken bir döneme girmiştir. Hayranlık beslediği Bob Dylon için yaptığı beste de yine aynı dönemin ürünüdür. Nerede iyi müzik varsa, orada Syd vardır; yaptığı ister dinlemek, isterse üretmek olsun.

Londra’daki Camberwell Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde start alan üniversite hayatı, Syd’i resim ağırlıklı bir eğitime doğru yönlendirse de, asıl kulvarı olan müzikte koşturmasını hiçbir şekilde bırakmaz Syd. Psikedelik bilinciyle birbiri ardına besteler yapmaya devam eder.

Altmışların ortasına gelinmiştir. Farklı yönlerden esen Beatles Ve Rolling Stones rüzgârları ortalığı kasıp kavururken, Syd önderliğindeki Pink Floyd Londra’nın ücra köşelerinden yeraltına inmiş, benzeri görülmemiş bohem esintiler savurmaya başlamıştır. Syd’in üniversite bahanesiyle Londra’da attığı adımların ilk demleridir bunlar. Gitar ve vokalde Syd Barrett, bas gitar ve vokalde Roger Waters, klavye ve vokalde Rick Wright ve davulda Nick Mason’dan oluşan grup ilk single’ları “Arnold Layne” ve “See Emily Play”i, hemen ardından da ilk albümleri “The Piper at the Gates of Down”ı piyasaya sürer. Gerek single’lar gerekse albüm baştan aşağı Syd kafasıyla örülüdür ve sene 1967’dir.

Yenilmeye hazır
Murdar bir kediyken daha
Duvarın arkasına geçebildiğim zamanlardı
Bir zamanlar 

Plak kapaklarına gizlenen
Ve pikap iğnelerinin çizdiği
Aynı resmin
Aynı noktasındaki
Küçük birer hataydık bizler

Eğitilmeyen sirk hayvanlarının duyarsızlığı
Gölgeyi öğrenmiş yanık pastalar

Kırmızı
Bir soluk alma anı
Isırılana kusulan özlem
Ve turuncuya inen ayrıştırma infazı

Hepsi hepsi
Bir eksiği
Bir fazlası 

Güneşi saran isteksizlik
Sıcaklıkla koşut ışık
Gölgelerle at başı lekeler
Saat kulesinin altındaki şemsiye
Ve en alt basamağı tuvalin
Güneşi bekleyen adam
Bir kolla bağlı şemsiyeye…

Ve LSD ve türevleri… Syd imzalı beyni eriten, yaşamdan ve yaşama dair ne varsa hepsinden bir anda uzaklaştıran “Halüsinatifler Dönemi”ni başlatmışlar, Syd’i geri dönüşü olmayan, berbat bir yola sürüklemişlerdir. İlk gençlik yıllarında tanıştığı bu meretler, çok geçmeden ilk albümün çıktığı dönemde Syd’i gerçek bir bağımlıya dönüştürmüş, beynindeki doğal kimyasalları yerlerinden yuvalarından etmişlerdir.

68 Baharı kapıdadır. Syd’in beyniyse boyutlar arası gezinmektedir. Açıp girdiği ve kapattığı kapıların farkında bile değildir Syd. Anlamlı bir şeyler yapacak ya da yaptıklarına anlam verecek bir hâlde de değildir. Dönemi kaynatan siyasal esintiler ve savaş karşıtı rüzgârlardan ve en çok da sistemce kakalanan simülatif dünya gerçeklerinden giderek uzaklaşır Syd. Zira kafası başka bir simülatif evrende başka başka gerçekliklerle tıka basa dolmaya başlamıştır.

İlk albümleri The Piper at the Gates of Down, Syd önderliğindeki bu gencecik grubun inanılmaz yeteneğini ortaya çıkarmış, müzik piyasasını alt üst etmiştir. Sadece otoritelere değil, müzikten anlayan hemen herkese göre yirmili yaşların başlarındaki bu gençler, psikedelik ve progresif bir ruha bürünen geleceğin müziğini yapmaktadırlar.

“Gencecik yaşlarda yakalanan şöhret için, asıl hedefleriydi; tıpkı Beatless ve Rolling Stones’un peşinden giden diğer birçok yeni yetme grup gibi” demek; nasıl boş, nasıl yersiz ve hadsiz bir eleştiridir öyle. Syd’in LSD ağırlıklı kimyasal kullanımını değerlendirirken de aynı hassasiyeti göstermek gerekir aslında. Diğer bir yandan da, “Onları almasaydı, yoğunlaşamayacak; o halüsinatif, o pürüzsüz kafayı yakalamayacak ve o mükemmel besteleri yapamayacaktı!” demek de son derece basit ve yersiz bir yaklaşım olacaktır.

Syd’i halüsinatiflerin etkisiyle müzikten, gruptan ve dünyadan uzaklaştırmaya başlayan olayların ardı arkası kesilmez; birbirlerini paranoyak edercesine, zincirleme bir şekilde devam ederler: Konsere çıktıklarında, gitarını uçakta unuttuğunun farkında bile olmamalar; başka bir konserin tam ortasında bomboş bakışlarla ve tepkisiz bir hâlde dalıp gitmeler; alakası olmayan yerlerde sürekli aynı akoru basıp durmalar; konser paralarını otel odalarında unutmalar ve daha neler neler!..

Grubun yaratıcısı olsa da, grubun önünde duran bir engel olarak görülmeye başlamıştır Syd. Gruptan uzaklaştırılması kaçınılmazdır artık. Nerede olduğu asla bilinmeyen, tahmin bile edilemeyen Syd için, uzaklaştırma tanımının ne kadar anlamsız olduğunu söylemeye bile gerek yoktur aslında. Böylesine dev bir potansiyeli olan bir grup için zaman kaybı; ün, şöhret ve para kaybı demektir aynı zamanda; hele ki onları finanse eden plak şirketleri için.

Syd gitmiş, yerine David Gilmour gelmiştir… Pink Floyd yolunda emin adımlarla ilerlerken, neler yapmaktadır Syd? Ve o dönemde bu soruyu kaç kişi sorma zahmetinde bulunmuştur?.. Yanıt açıktır; o güzelim kafa erimeye devam etse de, üretmeyi bırakmamıştır. Bir yerlerinde her zaman söyleyecek bir sözü mutlaka olmuştur. İcranın ve dışavurumun ille de sanat niteliği taşımasına gerek yoktur elbette. O estetik ve hassas bilincin ortaya çıkardığı hemen her şeyin mutlaka sanata dokunan bir yanı olacaktır nasılsa. Ve bunu fark edebilmek için de, artık boş baktığı düşünülen o gözleri biraz daha dikkatli süzmek kâfi gelecektir.

İlk başlarda Syd’i çok seven David için, gruba monte olmak ve bunu sindirebilmek oldukça zor olur. Doğal olarak kendisini suçlu hissetmeye başlar. Syd’i çok iyi tanımakta, o güzel kafasını çok iyi bilmektedir zira! Onu teselli etme ve sakinleştirme işi Roger ve Rick’e düşer ve bunda da epey başarılı olurlar. Syd etkisinden başka düzleme sıyrılmaya başlayan grubun havası giderek değişmeye başlar. Kusursuz bir gitarist olan Gilmour’ın gruba kattığı hava şüphesiz bambaşkadır. Ama grup bir daha asla deneyimleyemeyeceği bir yoksunluğun içinde bulur kendini: Syd yoksunluğu.

Her geçen gün asitten biraz daha eriyen bir kafanın yoksunluğunu nasıl ve ne şekilde hissedebilirsiniz? Bunu anlamak için ortada o kafayla atbaşı giden ve ortaya servis edilen üretimlerin olması gerekir. Her şeyden önce kıyaslama için şarttır bu. Ama Syd’ten yok denecek kadar az çıkar o üretimler. Onlar da zaten ortalıklarda gözükmezler.

Bir müzik, bir rock ikonu olmanın ilk şartı, gezegenin sizi dikizleyeceği dev vitrinlerde yerinizi almak ve bunu sürekli kılmaktan geçer. Sistemce belirlenen ve empoze edilen, kanıksanmış bir gerçektir bu: Önce üretmek, sonra da görünür kılınmak ve görünür olmak.

Pink Floyd, yarım asırdan fazla bir süredir gezegen için görünür olmanın çok ötesine geçmekle kalmamış, gezegeni psikedelik müzik evreninden yansıtan dev bir aynaya dönüşmüştür. Uçsuz bucaksız yolculuklarının daha ilk adımlarında yitirdikleri Syd’le devam etseydi yolları, müzik ruhlarının ne şekilde evrileceğini ve günümüzdeki çizgilerinden ne tür sapmalar göstereceğini asla bilemeyeceğiz. Ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; ne açıdan bakarsak bakalım, Syd’in gruba katacakları inanılmaz olacaktı.

2006’dan bu yana aramızda değil Syd. “Beni her ne sanıyorsanız, o ben değilim!” diyerek ve tüm tanımlamaları, tüm benzetmeleri ve yakıştırmaları reddederek, sıyrılıp gitti aramızdan. Sınırsız bir yaratım ve algı gücüyle gezegene inen ve en çok da müzik kuşanan benzersiz kafalardan biriydi. Öyle de kalacak, öyle de hatırlanacak.

Bir Tık var
Sana giden yolun sonuna

Yol olduğunu bilmek güzel de
Son olduğunu bilmek mi kahredici
Ne 

Hüzün veriyor nefesin
Kendine dönük alışlarda 

Sonra kalbin tekler ya
Tıkanır tüm damarlar
Bir Tık’a gidemeden daha

Kenan Yaşar
Önceki İçerikMarvel: Sadece kadın kahramanlardan oluşan bir çizgi roman ve film mi?.. Neden olmasın!
Sonraki İçerikSanatorium iki kişilik sergiye ev sahipliği yapıyor: “İlişkiler”
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments