Vezir, Şah için feda edilir mi? “The Queen’s Gambit”

Kaleler, Atlar, Filler, Vezir, Şah ve Piyonlardan oluşan 64 karelik bu dünyada kaybolmaya hazır mısınız? En iyi açılış hamlesi, kaybetme ihtimalinde onurla bırakma, galibiyeti centilmence sindirme ve huzurlarınızda satrancı gündeme oturtan Netflix yapımı: The Queen’s Gambit…
Satranca gönül verenler biliyor olabilir ama benim gibi yıllarca oynamayan arada dönüp bakanlar ve bilmeyenler için ismin anlamıyla başlayalım. “Queen”, satranç oyunundaki Vezir anlamında kullanılmış. Bir satranç terimi olan “Gambit” ise daha iyi bir mevki kazanmak için bir oyuncunun bir veya birkaç taşı feda etmesi anlamına gelmekteymiş. Vezir Gambiti’nde ise feda edilen bir piyonmuş. İlk bölümdeki daha karanlık çekimler ve ruh halini yansıtan enerjiyi göze alırsanız, kalan 6 bölümü bir solukta bitireceğinizi garanti ederim.

Mini dizi olarak tasarlanan The Queen’s Gambit, daha önce de kitapları senaryolaştırılan Walter Tevis‘in, 1983 tarihli aynı adlı romanından uyarlanmış. Dizi, 8 yaşında yetimhanenin soğuk duvarlarında başlayan satranç serüveni ile Beth’in yani dünya satranç şampiyonu Elizabeth Harmon’un hikayesi. Aynı zamanda da tüm görsel dokuları, sosyal yaklaşımları, cinsiyet ve ırk ayrımcılığı gibi insan hakları ihlalleriyle, 1950’li ve 1960’lı yılları yansıtıyor. Ayrıca bu yıllara damgasını vuran Soğuk Savaş’ın izlerini de izleyiciye derinden hissettiriyor.
Beth, Matematik Profesörü annesinin geçirdiği trafik kazası sonrasında, hayal meyal hatırladığı babasının da sahip çıkmadığı bir kız çocuğu. Yetimhane günlerinde dostluk kurduğu Sharon dışında kimsesi yok. Ta ki bir gün silgileri temizlemesi için öğretmeninin gönderdiği bodrum katında babacan hademe Mr. Shaibal ile tanışana dek. Derslerdeki hızı dehasının kanıtı gibi. Erken biten sınavları sayesinde gönderiliyor silgi temizliğine ve böylece tanışıyor satrançla. Kendi başına satranç oynayan Mr. Shaibal, Beth’in ısrarları ile onunla satranç oynayınca dehasını fark ediyor ve Beth’in satranç kariyerinde mihenk taşı oluyor. Ayrıca Beth de hiç yaşamadığı baba-kız ilişkisini onunla bir parça tatmış oluyor. Zaten Beth , Mr. Shaibal dışında, hayatındaki baba figürlerinden yana oldukça şanssız.

Yetimhanede çocuklara vitamin diye verilen sakinleştiricilerin de etkisiyle Beth’in son derece donuk bir yaşamı var. Bu kurgu hikayede, 50’lerin ortalarında ABD’deki bazı yetimhanelerin, çocukları ilaç yoluyla sakinleştirmiş olduğu acı gerçeğiyle de yüzleşiyoruz. İlaçların halüsinasyonel etkisiyle, Beth geceleri kendisine tavandan sarkan bir satranç dünyası yaratıyor. İlk bölümlerin kasvetli duygusal zemininin renkleri ve psikolojik baskısı izleyiciye geçecek kadar iyi yansıtılmış. Beth’in evlat edinilmesi ile yetimhaneden çıkması sonrasında dizinin temposu artıyor, renkler değişmeye başlıyor. Ve en önemlisi, hayatına anne olarak kabul ettiği Alma giriyor. Alma, dönemin pasif ev kadını siluetinin vücut bulmuş hali. Beth’in satranca olan ilgisini en başta anlamasa da ilerlemesinde etkisi çok büyük oluyor. Aslında Beth ve Alma gizli bir anlaşma yapmışçasına anne-kız ilişkisine devam ediyorlar. Alma’nın hayırsız eşinden de kaynaklı maddi problemleri, psikolojik sorunları ve bağımlığa yatkın tekdüze yaşamının içine Beth güneş gibi doğuyor. Beth’in okul izinleri de dahil yoğun turnuva takvimi için de Alma ilaç gibi geliyor.
Günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce Hindistan’da başladığı düşünülen satranç için, piramitlerdeki bulgulardan yola çıkarak 4000 yıl önce Mısır’da oynandığına dair rivayetler de var. Her halükarda mazisi kadim medeniyetlere dayanan bu düşünce oyunu, yıllar içinde birçok dizi ve filme konu olmuşken, The Queen’s Gambit açık ara öne geçti. Dizide 300’den fazla gerçek satranç hamlesi olması ise tesadüf değil. Uluslararası üne sahip satranç ustası Garry Kasparov ve antrenörü Bruce Pandolfini dizinin danışmanları olarak çalışmışlar. Dizinin kamera arkası yetenekleri satranç ustalarıyla da bitmiyor. Dizi, görüntü tasarımcısı ve yönetmeni sayesinde, kendimizi 60’lı yılların modası, mekân dekorasyonları, renkleri ile müthiş bir atmosferin içinde bulmamamızı da sağlıyor. Dönemi sadece dokularıyla değil, her yönüyle yansıtan yapım, erkek egemen satranç dünyasında Beth’in, zarif ama acımasız hamleleriyle kraliçeliğe doğru adım adım giden yolculuğunu da sürükleyici bir akışla işliyor. Diziye eşlik eden dönem müzikleri ise işe farklı bir tat katıyor.

Elizabeth Harmon, bağımlılıklarının verdiği zayıflıkları, sevgi eksikliğini, hayatın kendisinden aldıklarının öfkesini, her türlü olumsuz duygusunu taşların hamleleriyle iyileştiriyor. Bir sahnede “64 kareye hâkim olabiliyorum fakat hayata değil, bu yüzden satrancı çok seviyorum” demesi de bu yüzden. Üstelik iyileştikçe bu olumsuzlukların boşaldığı yerler; satranç çevresinden bulduğu, zamanla aile gibi olduğu insanlarla dolmaya başlıyor. Çoğu eski rakibi, kimi yeni sevgilisi, kimi kahrını çeken dostu ama hepsi de Beth hayranı. Uzun yıllar görüşemediği yetimhaneden tek dostu Sharon bile onu asla bırakmamış. Beth ise hepsini çok sevse de hep doğal bir duvarı var. Çocuk yaşta içine düştüğü zor koşullardan satranç sayesinde sıyrılan bu küçük hanım, aynı zamanda da hayatı dolu dolu yaşamakla, hayatının en büyük aşkı satrancın gerektirdiği disiplin arasında kalıyor. Hatta en büyük rakibi Dünya Şampiyonu Rus Vasily Borgov ile bir maçına yetişme koşturmacası ile açılan ilk sahne, bu konudaki mücadelesinin en büyük şoku niteliğinde.
Elbette birçok anı sessizlikle geçen satranç gibi bir oyundan bu kadar ses getiren bir yapım çıkmasında, Beth’in yetişkinlik dönemini canlandıran Anya Taylor Joy’un performansı çok etkili. Çocukluğuna hayat veren Isla Johnston’ın oyunculuğu ise küçük bir çocuğun hayal kırıklıkları arasından sıyrılma mücadelesini yansıtması bakımından son derece başarılı. Anne karakterini canlandıran Alma yani Marielle Heller ise aslen bir yönetmen ve dizide Beth’den sonra en fazla sahnesi olan oyuncu.

Dizi, satranç oyuncusu karakterlerin kendi tavrını yansıttığı, oyunlar sırasında satranç tahtasını görmeden yüzlerinden ve mimiklerinden oyunun aktığı sahneleriyle de oldukça etkileyici. Aslen sadece yüzlerinin göründüğü anlarda bile hamleleri yapmaya devam etmişler. Hamleleri yapan oyuncular için bile Soğuk Savaş döneminin iki tarafını ve insanlar üzerindeki etkisini de arka planda çok iyi işliyor. Dizi süresince, en büyük rakip Borgov’un duygusuz yüz ifadeleri, ekip çalışması hep ön planda. Buna karşın, Beth’in duygu ve sezgi ile harmanlanmış ifadesine çakılıp kalıyoruz. Üstelik bireysel başlayan ve ilerleyen satranç yolculuğunu, Borgov’a galip gelmek adına kolektif bir plaforma taşıdığına da şahit oluyoruz.
The Queen’s Gambit, bir seferde bitirmek isteyeceğiniz, satranç ile haşır neşir olmak için can atacağınız ve tadı damağınızda kalacak bir yapım. İngiliz Açılışı, Sicilya Savunması gibi taktiklere ismen aşina olmaya başlarken, satrançla ya tanışmak ya da kaldığınız yerden devam etmek için güçlü bir istek duyacaksınız. Dizi, sürprizli ve gülümseten bir tonla final yapıyor. Hatta eğer duygusal bir anınızdaysanız, Beth ile bir damla mutluluk gözyaşı dökmeye de hazır olun…
Tuğba Uzüğüten
Etiketler dizihakkındaNetflixsatrançThe Queen’s GambitTuğba Uzüğütenyazıyolculuk
- Önceki The Crown tartışmasında Helena Bonham Carter: “Netflix, ahlaki görevini yerine getirmeli”
- Sonraki Bu Ülkenin Yönetim ve Birlikte Olamama Sorunu Sanattan Başladı Yıkıma
Tebrik ediyorum daha nice başarılar diliyorum