We Don’t Give A Fork – Çatal Vermiyoruz; Fleabag

"O Phoebe ve aslında onunla ilgili çok fazla bilgi sahibi olmamıza gerek yok. Yaptığı dizilerin hepsinde kendisi çünkü."

1

Phoebe Waller – Bridge. Genelde yazılarıma genel girişler yaparım. Bahsedeceğim şeye giriş niteliğinde ve biraz da kendimi ısındırmak adına. Ne yazacağımı gerçekten bilmiyor olurum ve aynı zamanda nasıl toparlayıp da ortaya bir yazı çıkaracağım sıkıntısı muallaklığını son cümleye kadar korur. Fakat bu yazıya direkt, yazacağım kişinin adını yazarak başlamak istedim. Kendimi şaşırtmak ve biraz da olsa işimi kolaylaştırmak için.

İşim kolaylaşmadı. Phoebe Waller ile (konunun kendisi) başlamış olsam bile ne yazacağımı ve nasıl toparlayacağımı yine hiçbir şekilde bilmiyor olmam. Korkmayın lütfen bu yazıyı yazmama engel olamayacak. Yazmamamı isterdiniz biliyorum ama yazacağım. Ne oldu, kendinizi kandırılmış gibi mi hissettiniz(!)? Hissedin. Bu his içinde olmanız için yaptım. Siz de benim gibi kendinizi tuhaf hissetmelisiniz. Çünkü çok enteresan (tuhaf) bir yazı bizleri beklemekte.

O Bir Phoebe; O Bir Manyak

Henüz 33 yaşında olup Crashing, Fleabag ve Killing Eve dizilerini yazmış , Killing Eve hariç diğer dizilerinde oynamıştır. İngiltere’de kendi adını verdiği bir tiyatro topluluğu bulunan İngiliz bir kadından, yazardan, oyuncudan ve (bunu büyük bir mutlulukla yazacağım) bir manyaktan bahsedecek olmanın aşırı kontrol kaybı içerisindeyim. Ki bunun böyle olmasını Phoebe de isterdi, eminim. Şimdiye kadar hiç yazmadığım şekilde cesaretli, özgür ve içi küfürlerle dolu bir yazı yazmayı deliler gibi istemekteyim. Fakat coğrafya kaderdir. O yüzden birçok kişinin cırlamasına aldırmaksızın (sözde kadın severlerin ve sözde feministlerin) yukarıdaki cümlenin ortasında Phoebe’yi ‘İngiliz Kadın Yazar’ olarak imledim. Kendisi bunu ister miydi? Çok da umrumda değil! O yaşadığı coğrafya itibariyle şanslı bir kadın edasıyla bana bakar ve ” F…k of! Who cares!” derdi eminim. Böyle söyleyerek cesareti ve özgürlüğüyle beni yine mutlu ederdi. Ben de bir manyağım. Bunu kabul ediyorum.

Yani demem o ki bu yazıya çatalsız ve kaşıksız girişeceğim. Ellerimle. Aynı Phoebe gibi. Cesaretle. Gerçi o çatal vermiyordu. (Bu “Çatal” meselesini aşağıda bayağı açacağım. Sabırlı olun biraz) Ben çatalla birlikte kaşık da vermeyeceğim. Bu yazıya on parmağınızla dalmanız gerekecek üzgünüm. İsterseniz şimdiden yazıyı okumayı bırakabilirsiniz. He bu arada… Sizin için gerçekten üzüldüğümü düşünmediniz değil mi (!)?

Phoebe Anlamı Ne?

Aşağı yukarı sekiz yıllık yükselen bir kariyerden bahsediyoruz. Öğrenilmiş çaresizliğinizle “Bu ne yaa, çok az olmuş” diyebilir ve Phoebe’ye sırtınızı dönebilirsiniz. O gülümser ve öğrenilmiş çaresizliklerinizi yüzünüze vura vura işini yapmaya devam eder.

Yapımcı olmasına, bir tiyatro topluluğu kurmasına, televizyon ve dizi sektörü adına yeni dönemde oluşabilecek tüm kuralları yazıyor olmasına, ağzımızı iki karış açık bırakan, bizleri mutluluktan haz okyanuslarına balıklama daldıran Phoebe ile ilgili henüz çok fazla bir şey bilmiyoruz. Bloglarda, internet sitelerinde, bir takım platformlarda kendisi ile ilgili söylenmiş söze veya yapılmış olan programlara rastlıyoruz elbet; fakat Phoebe ile ilgili bir bilgi yağmuru yok henüz. Tamamen dışa doğru olması (içi neyse dışı da o anlamında) ve zaten 33 yıllık hayatında yaptığı işlerle kendine ait ne varsa bizlerle paylaşıyor olmasından dolayı olabilir mi?

Wikipedia’da kendisiyle söyleşi yapan kişinin Phoebe ile ilgili paylaştığı ilk bilgi şu oluyor. “Bana herkesin olduğu kalabalık bir ortamda (buluştuğumuz bu restoranda mesela) çok rahat bir şekilde geğirip, osurulabileceğini anlattı. Tanışalı henüz beş dakika olmuştu üstelik. Bunun nasıl olduğu konusunda hiçbir fikrim yok!”

Bunu okuyunca Fleabag’in o muhteşem sahnelerinden birini izliyormuşum gibi kahkaha attım.

O Phoebe ve aslında onunla ilgili çok fazla bilgi sahibi olmamıza gerek yok. Yaptığı dizilerin hepsinde kendisi çünkü. Eksiği ve fazlası olmaksızın nasılsa o şekilde çıkıyor karşımıza. Geğiriyor, osuruyor, küfür ediyor, sevişiyor, pişmiş yemeğin içine kusuyor, patavatsız, plansız… Olduğu şeyden fazlasını oynamıyor kamera önünde ve ünlü olmakla ilgili en ufak bir kaygı taşımıyor. Kendini pazarlamıyor. Ya da yaptığı diziler ile ilgili bir pazarlama yöntemi olarak karşımıza çıkmıyor. Trend bu, bunu yaparsam veya kullanırsam yırtarım şeklinde çalışmıyor kafası. Öyle olsa kokusu burnumuza kadar gelirdi emin olun. Osuruk kokusu gibi yani!

Kendisi olarak eğleniyor ve yeni nesil yepyeni bir akımı da yaratıyor böylelikle. Bir tanımlama yapmıyor. Sanat toplum içindir, sanat sanat içindir demiyor. Yaptığım şey dram veya komedi demiyor. Tek derdi böylesine bir iletişim çağında iletişimden çok uzak olan insanlarla iletişime geçmek. Bundan başka çaresi yokmuş gibi yapmıyor bunu ama. İletişimin ayakta ve hayatta kalmak için tek, en iyi, en etkili yöntem olduğunun farkında. Neredeyse oynamıyor. Çıplak ve dürüst. Aynı yeni nesil gibi (Kendisi de bunun bir üyesi zaten) lafı asla dolandırmıyor. Özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra Emperyalizm ve Kapitalizm ile zehirlenen nesillerin çok uzağında. Yani ne manipüle oluyor ne de manipüle etmek istiyor. Klişe olan ne varsa hızla uzaklaşıyor. Yeni nesil böyle diyor. Hızın hakimiyet kurduğu dijital dünyada hızlı ve rahat. Üstelik bunu ‘modası geçmiş’ olarak tabir edilen, bir de üstüne ‘aptal kutusu’ da denen televizyonun içinde yapıyor. What the F…k ! Öyle değil mi?

Televizyonun -yeni dijital araçlar ve mecralar düşünüldüğünde- eskime hızını düşünüp artistlik yaparak “Ben artık televizyon izlemiyorum.” diyenlere Phoebe’nin başarısı kapak oluyor böylelikle. Öğrenilmiş tüm çaresizliklere, klişe davranış şekillerine cesurca karşı çıkan ve öyle de davranan Phoebe dijital iletişimden tut, eski olarak nitelendirilen tüm iletişim araçlarına, iletişim adına ne varsa her şeye kendini ustalıkla teslim ediyor.

Ve bu kişi İngiltere’den çıkıyor. Tesadüf olamayacak kadar gerçek. Phoebe cesur ve özgür olmasını yaşadığı coğrafyaya da borçlu. Gösterdiği cesarete cesaretle karşılık veren bir coğrafya onunkisi. Çocuklarını seven bir coğrafya. Bizde yok mu zannediyorsunuz Phoebe gibi genç kadınlar. Üniversiteler ve işyerleri böyle kadınlarla dolu. Hatta evler bile. Osurmaktan, geğirmekten, erkeklerden, seksten sürekli bahsedilir, hem de sürekli. Ama Phoebe’nin yazdığı sahnelerden birini bırakın oynamak bir cümlesini yazmak hayal dahi edilmez. Edilemez. Bunun olabilirliği coğrafya ile ilgilidir maalesef. Buna üzüldüğümü düşünmemişsinizdir umarım. Bizde en son yapılan en cesur işin Aşk-ı Memnu olduğunu düşününce (araya yastık konularak çekilen sevişme sahnelerini falan…) bile bağırsaklarımda bir hareketlenme hissediyorum hepsi o kadar. Bu da bir şey. Hiçbir şey hissetmeye de bilirdim değil mi ama(!)?

Bu arada Phoebe’nin tek bir anlamı var. Parlak.

İşte şimdi yapımcılığını yaptığı, yazdığı ve oynadığı dizilere geçebiliriz.

“Transgrasif kadınlara karşı bir iştahım var.”

Fleabag. Phoebe Waller-Bridge’i çoğumuz bu dizi ile tanıdık. Çünkü yeni nesil iletişim ağında sinemayı ve dizileri televizyonlarımıza, bilgisayar ekranlarımıza taşıyan Netflix var artık. İşte tam da bu sebepten eskimiş aptal kutusu olarak gördüğümüz televizyon küllerinden doğdu. Phoebe gibi manyakları, Ricky Gervais gibi komedyenleri (Son yaptığı iş ile –After Life- çok eleştiriliyor fakat komedi ile ciddi bir şeyler yapılabileceğini ilk önce kendine göstermek istedi aslında) Andy Serkis gibi şekilden şekle giren aktörleri tanıyıp; sadece doğa değil aklımızın alamayacağı insan hikayeleri belgeselleri ile de tanıştık.

Phoebe’nin Fleabag’den önce yaptığı İngiltere’nin Uluslararası kanalı UK’de yayınlanan (TRT gibi) Crashing’den kaç kişi haberdardı acaba? Ben değildim. Siz de değildiniz fakat artistik taslıyorsunuz şu an bana. Ekşi Sözlükçüler ve birkaç bu işin meraklısı belki izlemiştir. Çünkü Crashing’in uluslararası arenada izlenme oranları Fleabag’in yarısı kadar bile değil. Ki 2016 yapımı olan bu dizi en az Fleabag kadar muhteşem ve Fleabag gibi bir yapımın gelmekte olduğunu bas bas bağırması açısından da mutlaka izlenmesi gereken bir ön hazırlık. Yeni nesil dizi ve film anlayışının sunum çalışması.

Crashing, Lulu (Phoebe’nin bizzat kendisi) ve arkadaşlarının kendi aralarında ve kendi dünyalarında yaşadıkları olaylara odaklanıyor. Phoebe (Yani LuLu) “Çatal vermiyoruz” sloganını ilk burada atıyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil, (eskisi gibi olmayacak demiyor asla) biz yeni bir nesiliz-in duyurulma şekli bu. Ellerinizle yemek yiyeceksiniz diyor. Kuralların ve kanıksanmış, yapılması şart koşulmuş insani kuralların hiçbir önemi yok. Bir yemeği en iyi yemenin şekli ellerle giriştiğin zaman olur diyor. Dünyanın asla kabul etmeyeceği bir şey bu ama… Who Cares…! Bu nesil dünyaya ayak uydurmuyor.

Onların kendi aralarındaki diyaloglar bile bambaşka. Tirat atmıyorlar mesela uzun uzun. Anthony’e aşık olan LuLu ile Anthony arasında dizinin birinci bölümünde geçen bir diyalog var. Tüm senaristler ve film yapımcıları izlemeli. Diyaloğu ve oyunculuğu bu kadar minimal tutup dünyaları anlatıyor olmak gerçekten de ustalık gerektiriyor. Phoebe böyle bir durumun içinden hiç teklemeden, falso vermeden, sendelemeden çıkıyor.

Anthony ve arkadaşları kullanılmayan eski bir hastanede komün hayatı (Bir grup insanın kendi arasında ortaklaşa üretmesi ve tüketmesine dayanır) sürerken LuLu eski arkadaşı Anthony’nin hayatına hiç plan yapmaksızın bomba gibi düşer. Tüm dengeler değişir tabii. Lulu tam bir çatlaktır, patavatsızdır ve Anthony’nin nişanlısı Kate ile tanıştıktan sonra dengesi iyice bozulur. Mağaradan çıkan ilk insan gibidir artık. Eski dünyada (Komün yaşamda) bilinip de konuşulmayan ne varsa LuLu yeni nesil temsilcisi olarak çatır çatır söylemektedir. Seks, orgazm olmak, aldatmak, yemeğin içine kusmak, yemeği çatal olmaksızın yemek…

Bu komün yaşam insanları adına “Bir Şey Etkinlikleri” dedikleri bir yerde çalışmaktadır ve LuLu’yu buraya sekreter olarak alırlar. Phoebe insanların çalıştığı bu yere bu ismi komedi unsuru olsun diye koymaz. Sürekli etkinlikler içinde olan insan (Hayatını idame ettirmek için çalışmak zorunda kalma etkinliği de buna dahil) başlı başına komik bir unsurdur zaten. Bizler bunu kendi dünyamızda çok çok ciddiye aldığımızdan komediye dair olan ne varsa görmeyiz. Ve bir müddet sonra depresyona gireriz. Komedi, dolayısıyla Phoebe aslında hiçbir zaman bu kadar da ciddiye alınacak bir meselemiz olmadığını, hem çok önemli olup hem de bir yandan hiç önemli olmadığımızı, ciddiye alınması gereken damardan değil de, gülünmesi gereken damardan bize anlatıyor.

LuLu’nun 4. Bölümde tuvalette olduğu halde işeyememe hali ve sonraki sahnede insanların karşısında düştüğü durumu, durum komedisi veya dramı yapıyorum diyen herkesin izlemesi gerekiyor mesela, yaptığı işi hiç de ciddiye almaksızın. Başımıza ne geliyorsa kendimizi çok ‘ciddiye’ almamızdan gelmiyor mu zaten?

Fleabag, Crashing’in hemen ardından geliyor. Ve bizler (ekranın diğer tarafındakiler yani) Phoebe ile göz göze geliyoruz. Ne demek oluyor bu şimdi? Kamera arkası görüntüsü falan mı? Ooo shit! Bizimle mi konuşuyor? No way…! Aklını kaçırmış olmalı! Henüz beşinci saniyedeyiz üstelik. Ne yapmaya çalışıyor böyle? Yetmiyor daha ikinci dakika dolamadan sevişme sahnesi. Sevişirken bile bizimle konuşmaya devam etmek de ne demek oluyor(!)? Bu ne cüret demeyeceğim çünkü söyledikleri… Ne bileyim… Anlayın işte yaa.. Phoebe’yi dinlemek istiyorum. Siz de istediniz bunu öyle değil mi?

Seyirciyle konuşma durumuna ilk olarak House Of Cards dizisinde maruz kalmıştık. Maruz kalmıştık diyorum çünkü o dizide üst bakışla dikte etme, üst perdeden konuşup emrivakiye getirme vardı. Dizinin politik dram olduğunu düşünürsek izleyiciyle konuşuyor olmanın bu şekilde yapılmasını yadırgayamayız. Politika tam da böyle bir şeydir çünkü. Önce İşaret eder, sonra dikte eder sonra da sizden dikte ettiği şeyi yapmanızı bekler. Vaatler ise ilk söylenen sözler olmasına rağmen yapılır veya yapılmaz. Siz buna çok fazla burnunuzu sokup, kafanızı yormayın. Oy vermenizi ve sonsuz kere itaatkar olmanız yeterli olacaktır. Aynı dini inançlar da olduğu gibi.

Phoebe beyaz camın ardından bize bakarken bizimle aynı seviyede. Konuşmaya başladığında ise bize dönüşmekte. Yani Aynur, Ayşe, Fatma, Ahmet, Mehmet olmakta. Siz bu durumda House of Cards’daki Francis’i mi seversiniz; Fleabag’i mi? Francis dediğinizi duyar gibiyim, güce tapan hasta ruhlar sizi! Fakat size bir haberim var. Yok yok, Francis’in cinsel istismar suçlamalarından bahsetmeyeceğim, bunlar bildiğiniz eskimiş haberler. Francis sizi sevmiyor bilesiniz. Ama Fleabag bizi seviyor.

Fleabag’de, Phoebe’nin gülümseyen yüzü ilk bölümden son bölüme dek bize eşlik ediyor. Ağladığı anlarda bile. Zaman zaman mutsuz oluyor demeye dilim varmıyor. Çünkü durumu mutsuzluktan çok çevresindeki (özellikle ailesindeki) insanların davranışlarına üzülmesinden kaynaklanıyor. Abla kontrol hastası bir obsesif, babası ilgisiz bir narsist, üvey annesi sinir bozucu. Tüm bunların üzerine birlikte bir kafe açtığı en yakın arkadaşını boktan sebepten kaybedince (Fleabag ile sevgilisi tarafından aldatılmak ve terkedilmek. Sonuç olarak intihar etmek) hayatı temelden sarpa sarıyor. Böyle bir dünyada olduğu için üzgün olan Phoebe’yi depresif görebilmemiz mümkün değil. Çünkü eski dünyada bile isteye manipüle olup sırtını güvenle alana yaslama isteği olan insana karşılık Phoebe bu güvenli manipüle olma alanını tercih etmiyor bir yeni nesil temsilcisi olarak.

Olup bitenlerle, kendiyle sonsuz kere dalga geçiyor. Gülüyor. Çok ciddi bir tespit yaptıktan sonra gülüyor. Ağladıktan sonra gülüyor. Dünyanın büyük manipülasyon çarkının dönmesi için somurtmamız ya da ciddi durmamız esastır ya ve bizlere böyle öğretilmiştir ya; hayır dünyanın öğrenilmiş çaresizlik meselesine ben bunu öğrenmeyeceğim, uygulamayacağım duruşunu sergiliyor. (Duruş sergilemek mi? Pardon Phoebeciğim)

Birinci sezon ikinci bölümün başlangıç sahnesinde bir metroda işlerine gitmekte olan beyaz yakalılarla bir arada oturan Phoebe yine ders niteliğinde olabilecek bir sahneye imza atıyor. Sahneye bir Rock müzik eşlik ediyor. Müziğin sesi en tepe noktasına ivme yaptığında Phoebe hariç beyaz yakalıların hepsi karınlarına çok ani ve sert bir sancı girmiş gibi veya ağır bir darbe yemiş gibi acıyla bağırma refleksi içine giriyorlar. İçinde bulundukları bu anlık durum bir salise sürüyor. Normal hallerine geri döndükten sonra bir saliseliğine tekrar bağırma refleksi sergiliyorlar. Sahne bittiğinde Phoebe bize dönüp şunu söylüyor : “Sanırım regl olacağım.” Ve biz gülme refleksiyle kendimizi yere atıyoruz.

Buna benzer birçok sahne ile üzüntülü olmakla mutsuz olmayı (depresif olmayı hatta) birbirinden nefis bir şekilde ayırıyor. Sadece bu sahne bile Phoebe dünyasını bize anlatmaya yeter. Eski ve yeni nesil anlayışını da anlatmaya. Dünyanın düzenine (metro) hapsolmuş mutsuz beyaz yakalı insanlar ve onların arasında oturan hüzünlü ama keşfedecek şeyleri yaşadığı müddetçe bitmeyecek Phoebe.

Keşfetmek ve Phoebe’nin yüzü. İçinde bulunduğu duruma, ve anlatmak istediği şey neyse ona göre şekil alan yüzü. Değişen yüzü. Mimikleri. Fleabag’de Phoebe’nin göz hizamıza inerek bizimle konuşma meselesinden sonra psikolojik durumuna göre şekil alan yüzü Fleabag’in en ilgi çeken ikinci özelliği.

İlk olarak insanın en önemli coğrafyası yüzüdür. Yüzde başlar her şey. O ‘yüzden’ Phoebe’nin yüzü Fleabag’in ilk saniyelerinden itibaren bize dönük. Neredeyse yüzünün (coğrafyasının) hiçbir anını (üzgün veya değil, neşeli veya sinirli, anlamış veya hiçbir şey anlamamış, gergin veya rahat) kaçırmıyoruz. Onunkisi sürekli yaşayan, sürekli keşfeden, yaşadığı şey ne olursa olsun sürekli gülen, ‘güneşin hiç batmadığı’ bir yüz. Aynı Britanya İmparatorluğu gibi! Phoebe Waller – Bridge gibi kadınların sürekli yeni yerler, yeni kaynaklar arayan, sürekli keşfeden (İşgal ederek keşfeden dersek daha doğru olur) Britanya coğrafyasından çıkması işte bu sebepten dolayı bir tesadüf değil. LuLu’nun komün yaşam yaşayan arkadaşlarının arasına bir bomba gibi düşüşünü ve tüm düzeni bozuşunu hatırlayalım ya da Fleabag’deki bozulan düzenine karşı yeni düzen arayışlarını, keşif süreçlerini nasıl yaşadığına… Ve … Ve…

Fleabag 371 Gün 19 Saat 26 Dakika sonra ikinci sezonu ile yeniden aklımızı başımızdan alışına odaklanalım.

Yukarıda sonsuz kere itaatkar olmaktan, dine vurgu yaparak bahsetmiştim. İkinci sezonda harika şeyler oluyor. Phoebe bizi (yani seyirciyi) iyice içine alıyor. Seyirciyle arasında geçen tüm diyalogları, tüm mimik hareketlerini gören (ilk etapta hisseden aslında) biriyle tanışıyor çünkü. Bir insan bir insanı hangi noktadaysa tam olarak görmeye, keşfetmeye başlar? Aşk varsa eğer böyle bir şey mümkündür. Dini inanç, aşka inanç; yani kısaca inanmak, insanın inanmaya olan ihtiyacını (hayata inanmaya, ailesine inanmaya, insanlara olan inancını yitirmemeye) Phoebe bir rahibe karşı aşka düşerek bizlere gösteriyor. Bizler de hep bir ağızdan rahibe şu soruyu soruyoruz!

What the hell were you, priest? (Çevirisi: “Hangi cennetteydin Peder?” Tabii ki çevirisi bu değil. Just the kidding! Yani sadece gülümseyin J

Çünkü ikinci sezonun ilk sahnesinde çok üzgün bir şekilde kanlı yüzünü ayna karşısında temizlemeye çalışan Phoebe seyirciye dönüp şöyle diyor: “Bu bir aşk hikayesi.” Fakat önce halletmesi gereken bir mevzuu var.

Phoebe ailesiyle (aralarında rahibimizin de bulunduğu) bir akşam yemeği sofrasında bizleri karşılar. Bizim gibi Ortadoğu toplumlarının neyi nasıl hiç konuşmadığını, konuşsa bile nasıl riyakar olduğunu; Britanya gibi batı toplumlarının neyi nasıl konuştuğunu, konuştuğunda bile nasıl riyakar olabildiklerini Phoebe tüm çıplaklığıyla ikinci sezon birinci bölüm itibariyle bize göstermekte. O yüzden baştan beri her yaptığı işte birey olarak karşımıza çıkmakta ve mücadelesini vermekte. Dünya toplum meselelerinin karşısında dürüst ve içten bir birey olarak durmak tahmin edildiğinden daha zor. İkinci sezonda görüyoruz ki, hem bu konularda (topluma karşı duruş) hem de bireysel olarak söyleyecek daha fazla sözü var. Aile yemeğinde bunu daha da bir üst perdeye taşıyacağının sinyallerini an ve an vermeye başlıyor.

Tüm bunlara inanç meselesini de ekliyor ki aile, toplum, birey (bermuda şeytan üçgeni) meseleleriyle yeni nesil temsilcisi olarak neyi algıladığını bize göstermek istiyor. Her yeni bölümle derisini yeniliyor. Yani eski ölmüş olan derisini hızla atıyor ve yeni deriyle hızla yenileniyor. Bir insanın önemli değişimleri 5-10 yıllık periyotlarda gerçekleşirken Phoebe’nin her bölümde bizleri şaşkınlıktan şaşkınlığa sokan bu deri değiştirme seansları muhteşem. Bir rahibe aşık oluyor olmak ateist Phoebe için hiç de abes değil mesela. Kilisenin düzenlediği etkinliklere gönüllü katılıyor hiç düşünmeksizin. Eski neslin hayata tutunma çabalarına karşılık (Babasının, üvey annesinin, ablasının, eniştesinin) Phoebe bir yeni nesil temsilcisi olarak hayatı yaşama derdinde.

Ve Phoebe’nin bu hayatı yaşama derdini bir rahip görüyor. Her detayıyla üstelik. Phoebe’yi seyirciyle konuşurken yakalamaya başlıyor. “Ne oldu şimdi? Nereye gittin? Bir anlığına kayboldun sanki, ne oldu?” gibi sorular sormaya başlıyor rahibimiz. Ve biz asıl bu anlarda; What the hell going on? Demeye başlıyoruz. Bu anlardan sonra cehenneme gidebiliriz, hiç önemi yok.

Kendi deri değişim seanslarına bir rahibin eşlik etmesini istiyor Phoebe. Bırakın eski nesil, hangi yeni nesil insanı bunu ister? Fakat ne yaparsa yapsın kendisi olmayı (Phoebe olarak kalmayı) asla elden bırakmıyor. İkinci sezonumuzun üçüncü bölümünde (Ki şimdiye kadarki Fleabag’lerin en iyi bölümü) ablasının iş yerine bir etkinliğe yardımcı olmak için giden Phoebe’ye asansörün içinde ablasından şöyle bir uyarı geliyor.

Don’t yourself!!!

Genelde tam tersi ‘strese girme mümkün olduğunca kendin olmaya çalış’ deriz değil mi? Ablasının bu ‘kendin olma’ uyarısından sonra Phoebe günah odasında rahibe günah çıkarıyor. Tam da burada yapılan bir işle ilgili tarihin en büyük spoilerını vermek istiyorum aslında F…k Offff deyip. İnanmanın önce kendini dürüstçe açıp, ortaya koymak olduğunu, insanın ölü derilerinden sıyrılıp, yeni deriyi üzerine giyinmek olduğunu anlatan bundan daha iyi bir günah çıkarma seansa hiç izlememiştim. Ki Phoebe babasının -yukarıda bahsettiğim yemekte- kendisine hediye ettiği kişisel seansta bile ruhunu, derisini bu kadar soymamıştı. O küçücük tek kişilik, kapalı, günah çıkarma kabininin içinde çıplak Phoebe’yi (Ruhsal olarak yani. Eski nesil yanlış anlamasın) rahibin kucağına bırakıyor.

Ve gelelim…

Killing Eve.

Eve ve Villanelle’in sıra dışı yaşamlarını, aralarındaki sıra dışı ilişkiyi yazının sonuna birkaç paragrafla sıkıştıracağımı düşünmediniz sanırım. İkinci sezonu 7 Nisan’da yayınlanmaya başlanacak olan Killing Eve dizisi Luke Jennings’in Villanelle polisiye romanından uyarlama. Phoebe Waller – Bridge projenin yapımcılığını üstlenerek romanı öyle bir dönüştürüyor ki ortaya Eve ve Villanelle gibi iki ‘kadın’ karakter çıkıyor. Allahım kadını yine imledim. Ben uslanmayacağım. Ama neden imledim bir sorun lütfen! Siz sormadan ben bir cümleyle yazayım hemen.

“Transgrasif kadınlara karşı bir iştahım var.” diyor ya Phoebe kendisiyle yapılan söyleşide. O kadınlar Eve ve Villanelle işte.

Killing Eve yazısında görüşmek dileğiyle…

FLEABAG | FRAGMAN

Önceki İçerikYitip Giden “Ucuz”lukların Peşi Sıra: Pulp’ı Nasıl Bilirdiniz? / Talip Bin Abdul Şans
Sonraki İçerik2 Ayrı Mekan ve Toplam 5 Sahne: “One Love Festival”
Subscribe
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
aaadgada

Dizinin seneryosu bu kadar uzun değil