
Dijital çağ, müzikle olan ilişkimizi kökten değiştirdi. Artık bir şarkı yalnızca ulaşabildiğimizde dinlediğimiz, ulaşamadığımızda ise belleğimizde kalan bir şey değil; o, algoritmalarda yaşıyor. Bu algoritmalar, müziği erişilebilir kılarken aynı zamanda belleğin neyle dolacağına da karar veriyor. Yani yalnızca “neleri dinleyebileceğimiz” değil, “neye alışacağımız” da kodlarla belirleniyor.
Şarkıyla bağımızın zor ulaşılan dönemlerde mi daha derin olduğu tartışmalarıysa çoktan geride kaldı. Çünkü artık istediğimiz her müzik türüne, her sanatçıya ve her şarkıya ulaşmak yalnızca bir tık uzağımızda; algoritmaların gölgesinde olsak da; bilinçli dinleyici için hâlâ tercih kendisinde…
Eskiden müziğin arkasında sahneler, stüdyolar, sokaklar vardı. Bugünse bu belleği kimi zaman müzik şirketleri, kimi zaman da bağımsız sanatçılar yazıyor. Ama bellekte hangi sesin kalacağına karar verenler artık dijital platformlar — birer bellek kurgucusuna dönüşmüş durumdalar.
Oysa eskiden, bu bağın mimarı çoğu zaman dinleyicinin kendisiydi. Ya da en fazla, bir radyo programcısı, bir sahne ya da bir plak dükkanı… Bellek kolektifti, şarkının anlamı paylaşılıyordu. Şimdi ise büyük katalog alımları, yapay zeka destekli çalma listeleri ve global veri türleriyle hafıza daha sistematik bir zemine oturtuluyor.
Bu noktada, hangi seslerin bellekte kalacağına karar veren yalnızca algoritmalar değil. Katalog satın almalarıyla müziğin geleceğini yeniden yazan küresel şirketler, dijital belleğin kurgucularına dönüşmüş durumda. Bu bağlamda Universal Music ile Sony Music’in katalog politikaları en dikkat çekenler…
Universal, özellikle duygusal miras barındıran kataloglara yöneliyor. Sting’in tüm solo ve The Police dönemine ait arşivinin satın alınmasından, Türkiye müzik sektöründen Sezen Aksu’nun yıllara yayılan albüm diskografisine kadar; Universal, bir dönemin hissiyatını taşıyan sanatçıları sistemine dahil ediyor. Bu strateji, yalnızca geçmişin seslerini değil, o seslerin bıraktığı kolektif duyguyu kontrol etme hamlesi olarak da okunabilir.
Sony ise katalogları yalnızca ses dosyası olarak değil, çok katmanlı dijital varlıklar olarak ele alıyor. Örneğin Bruce Springsteen, Paul Simon ve Michael Jackson kataloglarının satın alınması yalnızca müzik kayıtlarını değil; görsel imajları, sahne performanslarının video arşivlerini ve sanatçıların sembolik marka değerlerini de kapsıyor. Bu yaklaşım, şirketlerin resmi basın açıklamalarında ya da Music Business Worldwide, Variety ve Billboard gibi sektörel yayınlarda zaman zaman yer alan haber ve analiz yazılarında da görülüyor. Sony’nin, bu geniş çaplı dijital varlıkları gelecekte yapay zekâ, sanal gerçeklik projeleri ve görsel medya içeriklerinde kullanmak üzere konumlandırdığı belirtiliyor.
Bu durum, iki şirket arasındaki temel stratejik farkı ve gelecek vizyonlarını da ortaya koyuyor:
- Universal, şirket yöneticilerinin açıklamalarında da ifade edildiği üzere kültürel süreklilik ve duygusal bağ kurma odağında ilerliyor.
- Sony ise teknoloji entegrasyonu ve farklı medya formatlarında içerik üretme yönünde hareket ediyor.
Sektörel analizler gösteriyor ki; bu stratejik fark özellikle uzun vadede müzik endüstrisinin içerik üretim şeklini etkileyecek ve şirketler kendi kültürel-ekonomik ekosistemlerini oluşturacaklar.
Elbette, yalnızca Universal ve Sony değil, pek çok global müzik şirketi de katalog alımlarına hız vermiş durumda. Böylece müzik, sadece “yayınlanan içerik” olmaktan çıkıp; belleğe kazınan, veriye dönüşen ve ticari stratejilerle bütünleşen bir varlık hâline geliyor.
Dünya devleri kataloglara yatırım yapadursun; insan ister istemez şu soruyu soruyor: Türkiye müzik sektöründe neden artık aynı etkiyi yaratan yeni isimler göremiyoruz? Ülkemizden neden yeni starlar çıkmıyor? Oysa her yıl birçok yeni sanatçı alternatif sahnelerde umut verici işler üretiyor. Ancak bu üretimlerin çoğu, bir sistemden çok bireysel çabaların toplamı gibi görünüyor. Uzun vadeli kariyer planları, uluslararası açılım stratejileri ya da sürdürülebilir tanıtım ağlarına gelene kadar, ülke içindeki müzik piyasasında bile öne çıkmak kolay değil. Sektörel destek neredeyse yok denecek kadar az ve dijital görünürlük artık tek başına yeterli olmuyor. Bu zemin üzerinde yükselmeye çalışan birçok müzisyen ya yalnız kalıyor ya da erkenden pes etmek zorunda kalıyor.
Spotify listelerinde hâlâ 2000’li yılların başında kaydedilmiş parçaların zirvede yer alması da bu durumu pekiştiriyor. 2010 sonrası üretimlerin kalıcılığı tartışmalı. Bu tablo yalnızca dinleyici tercihini değil, dijital platformların geçmişe duyduğu güveni de yansıtıyor. Algoritmalar tanıdık seslere öncelik veriyor; yeniyi teşvik etmektense, daha önce onaylanmış içerikleri yeniden dolaşıma sokuyor. Bu durum dünya genelinde de benzer örneklerle karşımıza çıkıyor. Ancak yine de “star” kavramı geçerliliğini koruyor. Dinleyicinin belleğinde iz bırakabilen figürler, tüm bu dijital akışa rağmen hâlâ değer taşıyor.
Tam da bu noktada Sezen Aksu’nun katalog devri, Türkiye müzik tarihinde önemli bir eşik olabilir. Zira bu gelişme yalnızca bir sanatçının değil; bir dönemin, bir dilin ve hatta bir toplumun müzikal belleğinin uluslararası bir sistemde temsil edilmesi anlamına geliyor.
Peki bu bir istisna mı kalacak, yoksa bir dönüşümün başlangıcı mı? Ben bunun yaygınlaşacağını ve benzer haberlerle giderek daha sık karşılaşacağımızı düşünüyorum.
Sırada kimin kataloğu var bilinmez. Ama şu kesin: Artık bir şarkı sadece geçmişe ait değil; geleceği ise kataloğun kimin elinde olacağına bağlı.