
Her şeyin hızla aktığı, müziğin sürekli üretildiği ama çoğu zaman hissedilmeden tükendiği bir dönemde buna karşı durmaya ve müziği anlatmaya devam çabamız da bizim savaşımız.
Bu yazımda; uzun aradan sonra müziğe geri dönenler, kendi yolunda ısrarla yürüyenler, geçmişi bugüne taşıyanlar ve hikâyesini müzikle anlatmaya ara vermeden devam edenlerle birlikteyiz.
Rest – Hacıyatmaz: Yıkılmayanların Şarkısı
Birlikte çalışmaktan büyük keyif aldığım Rest, yakın zamanda On Air Music çatısı altında yayımladığımız yeni şarkıları “Hacıyatmaz” ile ayakta kalmanın, düşse de kalkmasını bilenlerin hikâyesini anlatıyor. Grubun Türkçe rock geleneğine dayanan ama bugünün duygusunu taşıyan müziği fark edilmeye ve dinlenmeye değer.
Sarsılsa da devrilmeyenlerin, yükünü taşıyıp yoluna devam edenlerin şarkısı “Hacıyatmaz” yeni MüziKoridor listemin açılış şarkısı. Zira Rest’in yaptığı yalnızca ayakta kalmaktan ibaret değil. Onların müziği, 2000’ler başı yerli rock sahnesine damgasını vuran Kurban gibi grupların güçlü duygusal altyapısını bugüne taşıyor. Bir tür devamlılık hissi… Hafızayı canlandıran bir tını. Dinlerken, o yılların sesiyle bugünün içsel mücadelesi arasında kurulan bir köprüye dönüşüyor adeta.
Rock’un bıçak sırtı hâlini—hem isyanı hem de içe dönüşü barındıran o yalpalı halini—Rest oldukça dürüst bir yerden yeniden üretiyor. Şarkı sadece müzikal bir yapı değil; aynı zamanda ruhsal bir direnme biçimi. “Hacıyatmaz”ı ilk kez dinlediğimde: “Bazı gruplar sadece şarkı yapmaz; bir tutumu, bir dönemin izini, bir iç sesi dillendirir” diye düşünmüştüm. Rest yayımladığı iki şarkısıyla gösterdi ki; böyle bir yerden sesleniyor bize.
Şimdiye dek ‘Yan’ ve ‘Hacıyatmaz’ ile tanıştık; bu iki şarkı, albüme giden yolda Rest’in ne kadar sağlam adımlarla yürüdüğünün göstergesi. Rest yakın zamanda sadece şarkılarıyla değil; bir duruş haliyle de kendine yer bulacağına inandığım bir grup.
Bulutsuzluk Özlemi Yıllara Hep Meydan Okusun!
Bulutsuzluk Özlemi zaman geçse de, kent büyümüş, sesler değişmiş olsa da hep yolda da olan gruplarımızdan—kendi ritimleriyle, kendi sözleriyle…
Dile kolay kırk yıldır bu yolculuğun içinde bir gruptan bahsediyoruz. Yeni şarkıları “Zararsız Yolcu”yu dinlediğimde de grubun sadece yeni şarkılarını dinlemiyorum; tüm bu yolculuğu hatırlıyorum. Şarkıları, konserleri hatta kişisel tarihimde yıllar önce Radyo D’de sevgili Nejat Yavaşoğulları ile aynı program akışında yer almamızı, sonrasında Raksotek Müzik Mağazalarında grup için düzenlediğim imza günlerimizi… O dönemden bugüne kalan anılar kişisel değil; bir tür belleğe dahil şimdi. Sadece bana ait olmayan, kolektif bir hatıranın kenarında duran detaylar.

“Zararsız Yolcu”, belki bir blues şarkısı gibi ilerliyor; ironisi yavaş, cümleleri ölçülü, melodisi yormadan akıyor. Nejat Yavaşoğulları’nın sözleri, bir zamanlar yürüyerek kat edilen yolları şimdi dolmuşla geçiyor belki; ama içindeki dinginlik, hâlâ aynı isyandan besleniyor.
Ve belki de bu yüzden, şarkı değil zaman yol alıyor bu sefer. Çünkü kırk yıl kolay geçmiyor; ama bazı gruplar, zamanı sadece geçmiyor, onunla konuşmayı da başarıyor.
MüziKoridor listeme, bu ay, yolculuğuna hâlâ inananlar için not düşüyorum:
Bulutsuzluk Özlemi – Zararsız Yolcu
Eksik Şarkı: Hafızayı Yeniden Söylemek
Bazı şarkılar vardır, bir dönemle, bir duyguyla, bir grupla özdeşleşir.
Sakin’in sessizliğe büründüğü yıllardan, Onur Özdemir’in solo serüvenine uzanan yol tam da böyle bir geçiş hikâyesi.
Eksik Şarkı tam anlamıyla bir geri bakış. Sadece sözleriyle değil, söyleyiş biçimiyle de.
Eski bir dostun aynı cümleyi yıllar sonra daha ağır, daha sade söylemesi gibi.
Bir dönem “Onurr” adını aldı, daha parlak, daha pop bir yola girdiğinde, açıkçası kabullenmek kolay olmamıştı. Sakin’in o kırılganlığıyla büyümüş biri için fazla plastik, fazla gösterişli geliyordu. Ama zamanla anladım: müzik de, yol da, isim de kişiyi bağlar.
Beğenirsen dinlersin. Dinlersen hissedersin. Hissedersen, geçmişin o noktasına başka bir ışık düşer. Bu yeni Eksik Şarkı, tam da bunu yapıyor.
Yıllar sonra kendi kendini yeniden söylemek, belki de müzikal olgunluğun en duru hâli.
Roxy 30 Yaşında: Sadece Bir Kulüp Değil, Bir Hafıza Alanı
Beyoğlu’nun eğlence hayatına 90’lı yıllarda yepyeni bir soluk getiren Roxy, bu yıl 30. yaşını kutladı. 1994-95 sezonunda kapılarını açtığında yalnızca bir gece kulübü değil, aynı zamanda kültürel bir aktör, alternatif seslerin buluştuğu bir alan olacağının da ilk sinyallerini veriyordu. DJ performanslarının ötesine geçen programları, tiyatrodan kısa filme, bağımsız konserlerden tematik partilere kadar genişleyen içeriğiyle Roxy, İstanbul’un alternatif hafızasında sağlam bir yer edindi.
Bu üretkenliğin en simgesel uzantılarından biri ise kuşkusuz Roxy Müzik Günleri oldu. 1996’da başlayan ve 2016’ya kadar kesintisiz devam eden bu yarışma, Türkiye’nin bağımsız müzik sahnesine sayısız müzisyen kazandırdı. Teoman’dan Hayko Cepkin’e, Replikas’tan Son Feci Bisiklet’e uzanan geniş bir yelpazede birçok isim, ilk kez bu sahnede sesini duyurdu. Bir dönemin genç müzisyenleri için yalnızca bir yarışma değil, bir çıkış kapısı, bir aidiyet duygusu ve bir tür alternatif okul işlevi gördü. Altı yıllık bir aradan sonra, 2022’de yeniden düzenlenmeye başlanan Roxy Müzik Günleri, mekânın hâlâ üretimle bağını koparmadığının kanıtı gibiydi.
Aradan geçen otuz yıl boyunca Roxy, bir mekândan fazlasına dönüştü. Şehrin kültürel belleğini taşıyan, sahnesi kadar geçmişi de konuşulan bir yere… Teknolojinin sahneleri dijitalleştirdiği, müziğin algoritmalarla dağıtıldığı bir çağda, fiziksel bir sahneyi ısrarla canlı tutmak başlı başına bir duruş artık. Ve Roxy bu duruşu sürdürüyor.
10 Mayıs 2025’te gerçekleşen 30. yıl kutlaması da bunu bir kez daha hatırlattı. İzzet Öz’ün sunumu, Tibet Ağırtan’ın sahnesi, DJ Roxy Murat’ın müzikleri ve bu kültüre tanıklık etmiş konukların performanslarıyla gece, bir nostalji değil; geçmişle bugünün buluştuğu canlı bir hatıraya dönüştü.
Dünyada bile otuz yılı devirmiş gece kulübü sayısı az. Ama Roxy’nin otuz yılı, sadece zamanla ölçülmüyor. O yıllar boyunca taşınan sesle, kurulan bağla, yaratılan alanla… Ve bazen de hiç kapanmayan bir sahne ışığıyla.
Başka Bir Damiano: Özgünlükten Süzülerek Amerikanlaşmaya
Farklı bir İtalyanken, sıradan bir Amerikan popçu olmak nasıl bir şey?
Anlatsana biraz, Damiano…
Eurovision’un ardından Måneskin’in dünyaya sunduğu o baş döndürücü “İtalyan rock” tınısı, kısa sürede global sahnede yer bulmuştu. Damiano David’in karizması, grubun teatral sahnesi ve iki dilli şarkı yapısı, sadece bir “rock revival” değil, Avrupa merkezli özgün bir anlatıydı. Ancak şimdi Damiano’nun solo kariyeri, bu vaadin tam karşısında konumlanıyor gibi.
2025 çıkışlı Funny Little Fears albümüyle birlikte, dünya basınında Damiano’nun adım adım bir “Harry Styles moment” peşinde olduğu sıkça dile getiriliyor. WTYE FM ve Vogue Adria gibi yayınlar, bu dönüşümü açıkça “Harry-Stylesification” olarak tanımlıyor. Estetik olarak temiz, şık ama risk almayan bir pop anlayışı, özgünlüğün yerini almış görünüyor.
Uluslararası müzik basını da bu kırılmaya kayıtsız değil: Rolling Stone İtalya edisyonu, Damiano’nun son teklisini “cool ama fazlasıyla güvenli” bulurken, bağımsız eleştirmenler onun özgünlük çizgisinden uzaklaştığını belirtiyor.
Sosyal medya kullanıcıları ise daha doğrudan:
“Kime dönüşmeye çalıştığını çözemiyoruz.”
Bir Reddit yorumunda Damiano’nun klip estetiği için şu tanım yapılıyor:
“Z jenerasyonu için yeniden ısıtılmış George Michael.”
Tıpkı Onur Özdemir’in Onurr olduğu günlerdeki gibi, Damiano da alışıldık tarzının dışına çıktı ve bu değişim bolca tartışılmaya devam ediyor. Ama aradaki fark şu: Onur, içinde yer aldığı her müzik tarzının en iyi örneklerini sunabilen ve kendi imzasını katabilen yaratıcı bir üretkenliğe sahip. Damiano ise şu haliyle, estetik olarak taklit sınırında duran ve hâlâ kendi sesini bulamamış bir izlenim veriyor.
Oysa Damiano, Måneskin’le birlikte kendi kimliklerini oluşturmayı başaran nadir bir müzik grubunun parçasıydı. Şimdi ise kendisi başka çağrışımlara dönüşüyor. Amerikan pop sahnesine açılan bu yeni yol, ona daha geniş bir kitle sunabilir belki—ki o da tartışılır; ama ilk çıktığı yoldaki cesareti, teatral kimliği ve kültürel bağlamı gölgede bıraktığı kesin.
Bir rock figürü olarak parlayan bir sesin, yalnızlaştıkça silikleşmesi…
Belki de Damiano’nun solo kariyeri, bu çağın en tanıdık hikâyesini yeniden yazıyor.
Listeme Maneskin yakışır diyerek “Zitti E Buoni” yi ekliyorum; hem gruba hem de yakın zaman önce yenisini tamamladığımız Eurovision ruhuna selam çakıyorum.
Lidia Poët ve Duygunun Müziği
The Law According to Lidia Poët sadece tarih anlatmakla yetinen dizilerden değil. Dönemin atmosferini kurarken, bugünkü duygusal karşılıkları da izleyiciye hissettirmek gerekiyor. İşte bu noktada devreye müzik giriyor.
Dizinin her iki sezonunda da Massimiliano Mechelli’nin bestelediği tema müzikleri, dönemsel hissiyatı başarıyla yansıtıyor. Klasik yaylılar, piyano temaları ve melodik yapı, karakterlerin iç dünyasına dair net bir duygu örgüsü kuruyor. Ama asıl cesur hamle, bu müziğin arasına yerleştirilen çağdaş şarkılarda gizli: Florence + The Machine, FKA Twigs, Thom Yorke ya da Mitski gibi isimler, hikâyeye günümüzün sesini katıyor. Bu tercih, anakronizmin sınırında gezinse de asla göze batmıyor. Aksine, Lidia’nın modern kadın kimliğiyle uyumlanarak anlatının etkisini artırıyor.
Benzer bir anlatı tercihi Türkiye’de de denendi. Kelebeğin Rüyası filmi, dönem atmosferi açısından oldukça etkileyici bir yapımdı. Ancak bugün dönüp baktığımda, filmde kullanılan müziklerin duyguya eşlik etse de mekâna ve zamana tam olarak oturmadığını hissediyorum. O melodiler Türkiye’de değil, sanki Misisipi kıyılarında yankılanıyordu. Ruhun geldiği yer ile anlatının geçtiği yer arasında bir kopukluk vardı.
Oysa The Law According to Lidia Poët, dönemle duygunun arasındaki köprüyü iyi kuruyor. Tematik müzikler, çağdaş parçalarla birlikte çalışıyor. Ne dönemi feda ediyor ne de bugünün seyircisini dışarıda bırakıyor. Müziği bir aksesuar değil, hikâyeyi taşıyan bir bileşen olarak görüyor.
Ve bu sayede dizi sadece tarihî bir dram olmaktan çıkıyor.
Bir anlatı aracı hâline gelen sesle birlikte, bugünün izleyicisine doğrudan konuşan bir hafıza alanına dönüşüyor.
Ve bu diziden MüziKoridor listeme eklediğim parça da, dizinin ruhuna ve Lidia’nın yaşadıklarına tanıklık hissi veren o şarkı elbette:
Florence + The Machine – “King”
Bazı şarkılar sadece sahneye eşlik etmez; o sahneyi senin için unutulmaz kılar.
Gevende'nin Dönüşünün Heyecanı
Gevende, sekiz yıl aradan sonra yeni şarkısı Düş ile geri döndü.
Bu dönüş, yalnızca yeni bir teklinin habercisi değil; aynı zamanda Türkiye’nin bizi heyecanlandırdığı, bağımsız müziğin zirveyi zorladığı zamanların ruhunu da geri getirmiş gibi.
Grubun müziği, psikedelik folk, caz rock ve deneysel ses arayışlarının bir araya geldiği kendine özgü bir yapı kuruyor. Vokal, klasik anlamda sözlü anlatım değil; doğrudan hissin taşıyıcısı olarak kullanılıyor. Şarkılarında zaman zaman “Gevendece” adını verdikleri özel bir vokal diliyle, kelimelerin anlamından çok sesin duygusuna odaklanıyorlar. Bu yaklaşım, müziği hem evrenselleştiriyor hem de daha içsel bir anlatı alanı yaratıyor. Nefesli çalgılarla yaptıkları düzenlemeler de bu ses evreninin temel parçalarından biri haline geliyor.
Yıllar içinde İran’dan Nepal’e, Avrupa festivallerinden İstanbul kiliselerine uzanan performanslarıyla, coğrafyasız ama her daim yerli kalan bir ses yaratmayı başardılar. Sessizlik dönemleri de dahil olmak üzere, Gevende hiçbir zaman hızlı tüketilen üretim döngüsüne dahil olmadı. Bu yüzden Düş, sadece yeni bir şarkı değil; sürdürülen bir yolculuğun doğal bir devamı gibi duruyor.
Şarkıyla birlikte yeni albüm hazırlığında oldukları da duyuruldu. Bu haber, grubun takipçileri için tam anlamıyla bir müjde. Gevende, müziğine olduğu kadar duruşuna da sadık kalan gruplardan biri olmayı sürdürüyor. Bu dönüş, kendi estetik sınırlarını zorlamadan, içeriden ve tutarlı bir çizgide ilerliyor.
MüziKoridor listeme, uzun süren sessizliğin ardından gelen o sesi not ediyorum: Gevende – Düş
Deniz Arcak ve Zamanın Süzgecinden Geçen Şarkılar
Deniz Arcak uzun zamandır zamansız seslerden biri olarak karşımıza çıkıyor. İlk albümünden bu yana sadece dönemin ruhuna değil, dönemsizliğin kendisine de hitap eden bir müziği var. Yeni şarkısı “Ölüm Olsa da Sonunda” ise bu çizginin hem devamı hem de başka bir katmanı.
Şarkı, aşkın ardından gelen yokluğu, kaybı ve içsel bir dönüşü anlatıyor. Ama bunu bir ağıt gibi değil, yaşanmışlıkla gelen bir kabulleniş haliyle sunuyor. Söz ve müzik yine kendisine ait. Şarkının temellerinin geçmişe, hatta aile hafızasına kadar uzandığını söylemesi, onun üretim biçiminde zamanın nasıl katman katman işlediğini gösteriyor.
Arcak’a göre duygu önce doğuyor, sonra demleniyor. Ve o dem süreci, şarkının en güçlü tarafına dönüşüyor.
Bugünün hızla akan müzik dünyasında haftalık şarkı paylaşma temposunun dışında kalmayı bilinçli bir tercih olarak sürdürüyor. Her stüdyoya giriş, onun için bir üretim rutini değil, hâlâ bir heyecan kaynağı.
Arcak’ın bu tavrı, yeni şarkısına da yansıyor. “Ölüm Olsa da Sonunda”, basit bir kaydın ötesinde, zamanla süzülmüş bir duygunun müziğe dönüşmüş hâli gibi.
Yakın zamanda kendisiyle gerçekleştirdiğim söyleşiyi Sanat Okur sitesinde okuyabilirsiniz:
MüziKoridor listeme bu ay eklediğim parçalardan biri:
Deniz Arcak – Ölüm Olsa da Sonunda
Tarkan 90’lardan Çıkamadı Bir Türlü
Tarkan, son şarkısı “Dönmüyor Giden” ile dinleyicisinin karşısına çıktı. Ancak bu yeni şarkı, başlığıyla da örtüşen bir biçimde, çok tanıdık bir yere götürüyor bizi: 90’ların o aşina Tarkan sound’una. Bu bir tercih elbette; ama aynı zamanda biraz da tekrara düştüğü anlamına geliyor. Çünkü Tarkan, yıllardır büyük oranda benzer duyguları, benzer anlatılarla işleyen bir şarkı yapısına sadık kalıyor. “Dönmüyor Giden” de bu çizginin dışına pek çıkmayan, dinlemesi keyifli ama yeni bir sayfa açmayan bir parça.
Bu noktada, alıştığımız Tarkan duyarlılığı hâlâ hissediliyor; şarkıdaki yorum, onun sesini özleyenler için tanıdık bir karşılık sunuyor. Fakat bugünün müzik dünyasında, bu kadar güçlü bir isimden biraz daha taze bir ifade, biraz daha farklı bir yön bekliyoruz ister istemez. O yenilik kıvılcımı bu şarkıda pek parlamıyor.
Bu arada geçen ay Düsseldorf’ta izlediğim Tarkan konserine de—konumuz Tarkan olduğu için—değinmeden geçmek istemem. Yıllar içinde birçok konserinde bulunmuş; hatta çok daha özel bir deneyim olarak, N. One yılbaşı partisinde davetli küçük bir grup için sahne aldığı o samimi ortamda da sahnesini bilen biri olarak, bu son konserde karşıma çıkan Tarkan’ı çok başka buldum.
Her şey son derece özenliydi: ses düzeni, kostümler, repertuvar, sahne enerjisi… Eski şarkılarıyla alanı dolduran binlerce kişiyi bir anda ortak bir coşkunun içine çekmesi ve o atmosferin içine hapsetmesi, onun hâlâ bir megastar olduğunun en açık kanıtıydı. Ama beni en çok etkileyen, sahnedeki tavrındaki dönüşümdü. Eskiden daha mesafeli, daha kontrollü bir hali vardı sanki; yıllar sonra izlediğimde ise sahnede çok daha rahat, şarkı aralarındaki konuşmalarında ise seyircisine çok daha içten bir şekilde sesleniyordu. Hatta sık sık “Kalbimizden öperken; amaaan, biz bizeyiz ve birlikte güzel bir an yaratalım”ı gerçekten hissederek ve çok candan dile getiriyordu. Bu yeni haliyle Tarkan’ın enerjisini de kendisini de daha rahatlamış ve sahneyle daha barışık buldum.
Yeni şarkısına dönecek olursak: “Dönmüyor Giden” gibi Tarkan şarkılarından artık çok fazla var ve dinleyici bunların çoğunu ezbere biliyor. Tarkan hâlâ çok güçlü, hâlâ çok sevilen ve hâlâ sahnede yepyeni bir heyecan yaratma potansiyeline sahip. İşte bu potansiyeli, artık yeni şarkılarında da görmek istiyoruz.
Elbette sadece sıradanlaşan ya da kendini tekrar eden müzisyen o değil; ya da listelerdeki diğer yeni pop şarkılar yıkılmıyor kaliteden. Ama…
İşte o ama…
Tarkan konum ve deneyimi itibariyle çok başka bir yerde duruyor. O, artık Türkçe popun kolektif belleğindeki en büyük figürlerden biri. Megastarlık sadece büyük kitlelere hitap etmek değil; aynı zamanda o kitleyi şaşırtmak, yönlendirmek, bazen de zorlamakla anlam kazanıyor. Bu yüzden Tarkan’ın sıradanla yetinmesini, başkalarında hoş görebildiğimiz bu tekrar duygusunu onda kabullenemiyoruz. Çünkü o hâlâ oyunun kurallarını değiştirebilecek birkaç kişiden biri.
O yüzden beklentimiz, her yeni Tarkan şarkısının sadece iyi değil; aynı zamanda cesur, sürprizli ve bir adım önde olması. Çünkü Tarkan, o adımı atabilecek sayılı isimlerden biri.
Bu yazımda; sessizliğini bozanlardan, yoluna kendi sesiyle devam edenlere, geçmişle bugünü birbirine bağlayan seslerden, zamanın sınırlarını aşan duygulara uzandık.
Umarım birlikte kulak vermiş, düşünmüş, hatırlamışızdır.
Müziğin bazen sadece fon değil, yön gösteren bir rehber olduğunu bir kez daha hissettirdiğimi umarım.
Bir sonraki MüziKoridor’da görüşmek üzere.