Prag Şairi: Fotoğrafçı Josef Sudek (1896-1976)

"Ben Prag şiirini, Prag’a gittikten sonra, “şehrin şairi” Josef Sudek karelerinde yaşamaya devam ediyorum."

0

“Yağmur yağıyor yüreğime
Kentin üzerine yağar gibi;
Şu bitkinlik neyin nesi
İşlemekte yüreğime…”

Paul Verlaine

İlk adımında aşk şehirler vardır, ilk temasta aşk dokular, bakışta aşk fotoğraflar…

“Külahlı kuleler Pırağ şehrinde,
Ağarınca akşamın üzerinde
Düşe giren dünyalar aydınlanır” demişti Nazım.

“Kafesin biri, bir kuş aramaya çıkmıştı”, diyordu Kafka.

Ben Prag şiirini, Prag’a gittikten sonra, “şehrin şairi” Josef Sudek karelerinde yaşamaya devam ediyorum.

Bir kaç sene önce, çocukluk İstanbul’u yaz akşamlarımın baygın, ballı ıhlamur kokulu sokaklarını hatırlatan bu şehirde yürürken, güneş batmaya yüz tutup kuleler kızıla çalmaya başlamışken, kürek çekerek dolaştım Vlatva Nehri’nde, peri padişahın kızının sarayını seyre daldım… Sokaklarda dolaşırken aldım yanıma şairi, yazarı, hiç bitmeyeceğini o sırada bilemediğim, gezmelere başladım.

Henüz Sudek’i tanımıyordum, onun gözlerinden bakamamıştım bu şehre; noktada bitmeyen hüzün, virgülde derin bir nefes…

Prag’dan ilham almış, aldığı ilhamı şehrin sabah erken sokaklarına, kış ışığına, penceresinden süzülen göz yaşına, Prag yazının son gülüne vermiş Sudek’i tanımak, anlamaya çalışmak, düşünmek, sonbaharı özleyip de fotoğraf karelerine sığınmak, oralarda uzun uzun kalmak, sihirli bir kaçış, kayboluş yeri.

İki dünya savaşı görmemiş Çekoslovakya’da, Kolin şehrinde doğacak, badanacı babasını üç yaşında, bir kolunu, 1. Dünya Savaşı’nda cephede, yirmi yaşında kaybedecekti. Savaş öncesinde mücellid olarak sürdürmeyi düşündüğü hayatına, savaş sırasında aldığı yaralardan dolayı üç sene çeşitli hastanelerde kaldığı sırada sıkıntıdan fotoğraf çekmeye başlayarak, fotoğrafçı olarak devam etti.

Prag’da 1922 senesinde girdiği Grafik Sanatlar Okulu’nda iki yıl fotoğrafçılık okudu, 1924 senesinde, okulda tanıştığı arkadaşları ile Çek Fotoğrafçılar Topluluğu’nu kurdu. Önceleri, dönemin, “resim gibi fotoğraflar” modasının da etkisiyle romantik ve dramatik yönü güçlü fotoğraflar çekmeye başladı. Sanatında içli, yalın, samimi, lirik ve dramatik üslubu onun en güçlü yönleri olacaktı.

“Etrafımızdaki canlı veya cansız her şey, deli bir fotoğrafçının gözünden, çeşitli şekiller alıyor; pek çok ölü görünen cisim ışık sayesinde hayata geri dönüyor”, diyen Sudek 1927’de, daha sonraları pek çok serisine hem tema hem mekan olacak, gün içinde ve mevsimlerle, ışığın değişimini yıllar boyu tutkuyla gözleyeceği, stüdyosunu kurdu. Kendi iç dünyası ile dış dünyanın iliskisini anlatan pek çok kare, “Stüdyomun Penceresinden” (1940-1954), “Bahçemde Yürüyüş” (1944-1953), “Stüdyomun Bahçesi” (1950-1970) bu stüdyodan çıkıp bizimle buluştu.

Alman işgalindeki Prag’da, gece yürüyüşlerinde, karartma gecelerinde, ışığın varlığı ve yokluğunun peşinde dolaştı. Sisli sabahların içinde, nemli pencerelerin gerisinde, hüznün güzellikle birleşerek eridiği, rüya gibi Prag sahneleriyle, Sudek artık “Prag Şairi” olarak bilinecekti.

Hayatı boyunca yalnız yaşadı, kendi sergisinin açılışlarına gitmedi; şan ve şöhret ile hiç ilgisi olmadı. Bir kolu olmamasına rağmen, kullanması zor, taşıması ağır, büyük format makineler ile çalıştı.

Uzun seneler boyu, 1922-1944 arası çeşitli aralıklarla, bir sabah içini görüp, mimari bir yapı değil de sanki bir natürmort olarak algılayarak büyülendiği St Vitus Katedrali’nin restorasyonunun da dahil olduğu fotoğraflarını, kimi zaman bir fotoğraf için istediği ışığı aylarca bekleyerek çekti. Asistanları katedraldeki çalışmaları sırasında, isteği üzerine, etrafı kaplayan tozları havalandırdılar, Mucha vitraylarından süzülen ışıkta dans etti o tozlar, fotoğraf oldu… Katedraldeki çalışmalar bittiğinde, kiliseyi temizlediklerinde, Sudek artık “orada fotoğraf çekmek istediği hiçbir şey görmüyordu.”

Utangaçtı. Yaz günlerinin Salı akşamları arkadaşlarıyla Bach, Corelli, Janàček, Vivaldi dinlemediği zamanlarda, bahçesinde, odasında, sokaklarda yalnızdı; ışıktı, karanlıktı, banyo ettiği fotoğraflarının grenlerinde sevdiği, görmeyi ve göstermeyi seçtiği buğulu sahnelerde saklıydı… Fotoğraflarında yer verdiği az sayıda insan figürü de kendisi gibi gecelerde sessizce dolaşıp, loş karelerde derin derin susuyorlardı…

Prag panoraması fotoğraflarında, sevdalısı olduğu bu şehre kendi dünyasından bakarak, mistik; baharında, kışında yüreğe dokunan, armonisi ince ince kurulmuş şiirler yazdı. Kafka’ya kafes olmuş bu şehir, ucunu bucağını, her bir kösesini, mevsimini sevmekten asla sıkılmayacak, tutkulu bir kuş bulmaktan, çok da mutlu oldu…

Siyah ve beyaz arasındaki renkleri, grinin ışıkla gümüş, karanlığın da yıldız ile yaldızlanmasını; penceredeki nemin içerideki çiçeği dünyadan soyutlamasını, su dolu bir bardaktaki ışık oyunlarını, yazın son gülünü, yağmurlu günlerde bulutlardan süzülerek gelen güneş ışığını seviyorsa yüreğiniz; siz de “Prag Şairi”ni seviyorsunuz demek, benim gibi.

“Kimi de gün ortası yanıma sokuluyor
En çok güz ayları ve yağmur yağınca
Alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda.
Uzanıp alıyorum kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda” (Behçet Necatigil)

Işığın huzmesinde yaşayan hayatlar devam ediyor olmalı.

Öyleyse, bizim kavuşmalarımız da yıldızlarda yazılı.

Önceki İçerikTürk Sanatçılar İtalya’da: “Vernice Sanat Fuarı”
Sonraki İçerikKızılordu Korosu Türkiye’ye geliyor
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments