90’lara Yolculuk: “Ben Eskiden Çok Ünlüydüm”

"Güçlü bir hafıza ağır bir cezadır. Sanırım o yılları bu kadar net hatırlıyor olmak da bir nevi ceza gibi bir şey benim için."

0

Koltuklarınıza yaslanın ve maziye dalmaya hazır olun, sokakta oynayan son çocukları hatırlayın, Türkiye’nin senelerini hafızlara kazıyıp yad ederken sizleri muhteşem bir oyun bekliyor.

Gökhan Erarslan’ın kaleminden Ezgi Erarslan’ın oyunculuğuyla 90’lı yılların hengamesini anlatan bir hikaye “Ben Eskiden Çok Ünlüydüm”.

Maziyi anmak ya da onunla bugün yaşamak…

Yaş ilerledikçe anlam ve aidiyet arayışımız kıymet bulmaya başlıyor. Hangimiz unutabilir ki çocukluğunda ilk oynadığı oyunları, babasının ona aldığı hediyeleri ya da bize kötü söz eden kişileri.

Sabah bir umutla uyanıp arkadaşları ile sokakta buluşup terli terli su içmeyi, annelerimizin “hadi artık eve!” deyişiyle biten tatlı günümüzü kim unutabilir ki lakin burası Türkiye! Burada sokakta oynayan son çocukların hikayesi de var o çocukları bir gün birbirine yok yere düşman edenlerde.

Çok tiyatro oyunu izledim diyebilirim ama bu başka 90’lı yılların perde arkasında yaşanan olayları yani Türkiye’nin sosyal ve politik tablosunu resmetmiş Gökhan Erarslan. Öyle ki bir an güldüğünüz bir ansa gerçekleri görüp sanki bir duvara çarpmışsınız gibi gelecek. Ezgi Erarslan’ın ise o güzel oyunculuğu adeta can vermiş bu oyuna.

Gökhan Erarslan’a sorduk:

Gökhan Erarslan

Oyunu yazarken 90’lı yılların size bıraktığı bir hazine olduğunu düşünüyorum, 90’lı yıllardan sizin içinizde kalanları oyuna yansıtırken neler hissettiniz?

Gökhan Erarslan: Güçlü bir hafıza ağır bir cezadır. Sanırım o yılları bu kadar net hatırlıyor olmak da bir nevi ceza gibi bir şey benim için. 90’lı yıllar benim çocukluğum, ilk gençlik yıllarım, daha saf, daha temiz, daha hayalci olduğum zamanlardı o yıllar. Bugünden dönüp baktığımda, şu an yaşadığımız sosyo-politik düzlemin, toplumsal dejenerasyonun ve kör oportünizmin maalesef temellerinin o yıllarda atılmaya başlandığını görüyorum. Tüketimin çılgınca arttığı, köşeyi dönmenin her türlü yolunun mubah sayıldığı, insanlara yalan vaatlerin kolaylıkla sunulduğu dönemlerdi. İlk fitil 90’lı yıllarda ateşlendi ve maalesef 2000’li yıllardan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Son dönemlerde bir 90’lar güzellemesiyle nostalji yapılıyor. Çok da seviliyor bu. Karşılık buluyor insanlarda. Oysa 90’ların her anı güzel değildi. Umutlu yarınlardan söz etmiyordu. Siyasi cinayetlerden katliamlara, rant kavgasından hileli iflaslara, banka vurgunlarından mafya hesaplaşmalarına kadar her şeyi yaşadık. Susurluk’u yaşadık, Sivas’ı yaşadık… Çocukken her şeyin tozpembe göründüğü 90’lar aslında gelecekte bize çürümüş bir Danimarka Krallığı bırakıyormuş meğerse, şimdi anlıyoruz. Benim için oyunu yazma süreci bu yüzleşmenin ağırlığıyla ve umutsuzluğuyla geçti diyebilirim.

90’lı yıllar deyince o yıllarda doğmuş, gençliğini geçirmiş pek çok kişi yaşanmışlıkları yâd ederek karşımıza çıkıyor tam bu noktada oyunun günümüzün Z kuşağına veyahut genç nesline sizce etkileri neler olur?

Gökhan Erarslan: Oyun seyirciye bir muhakeme alanı açıyor. 90’lı yıllarda başlayan hikâyemiz bugün tamamlanıyor. Ve bugünün gerçekliği karşımıza olanca çıplağıyla çıkıyor. Ünlü olmak, şöhret sahibi olmak, yuvarlak bir led ışığın içine konan bir cep telefonu vasıtasıyla çekilecek kısa bir video, belki bir canlı yayın, belki bir audition kadar yakın. Peki, gerçekten bu işler bu kadar kolay mı? Peki, bu kadar kolaysa şayet neden değersiz, neden kıymetsiz? Warhol’un hafızamıza kazıdığı sözünü düşünecek olursak, herkes günün birinde bu kırılgan şöhreti tadacaksa eğer, temelinde insanın beğenilme arzusu olan bu istek, kendini yeteri kadar besleyebilecek mi bu sınırsız açgözlülükle? Ya da bütün bunların karşılığı ne? Ne için? Bu noktada oyun tamamlanırken anlatmak istediğimiz ikilem bir ahlaki çatışma da değil. Oyunu izleyenler bunu fark ediyor zaten. Bu soru işareti aklımıza takılıyor ve öylece kalıp gidiyor. Televizyonda, internette yahut farklı mecralarda ünlü olmak isteyen ya da onları takip eden sevgili Z Kuşağı, bu sonsuz kısır döngünün farkına varıp aslında işin saçmalığıyla ve beyhudeliğiyle yüzleşecek oyunda.

İnsanın hayatı içerisinde zıtlıklar yani iyiyle kötünün, güzelle çirkinin, savaşla barışın yan yana geldiği bir dünyadayız. Kaleme aldığınız eserin bunun en güzel örneklerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Tam bu noktada bu zıtlıkları ortaya koyarken nasıl bir kurgu planladınız?

Gökhan Erarslan: Bize, size, hepimize ait bir dertten ve de bir geçmişten yola çıkarak hikâyeyi kurdum. Temelinde insani bir sıkışmışlık var. Sanırım bu sıkışmışlık bu ülkede yaşayan ve popüler kültürle yahut kültürsüzlükle kavgası olan herkes için var. Biz de bu kavganın bir tarafıyız. Oyundaki karakter belki de hepimizin iç sesi. Zaman geçmişte başlayan ve doğrusal bir yönde ilerleyen sıradan bir sayaç gibi gözükse de, bir şeylerin değişmediğini ve bugün de düne ait dertlerin, yaraların depreştiğini görmek korkutucu. Bir çocuğun ötekileştirilmesinden bir sanatçının ötekileştirilmesine uzanan süreç kaygılarımızın azalmadığı, aksine bir çığ gibi büyüyüp bizi esir aldığı bir odakta nihayete eriyor.

Oyuna gitmeye karar verirseniz eğer daha önce hiç böyle bir tiyatro oyuncusu ile karşılaşmadığınızı söyleyebilirim. Genelde “hoş geldiniz” deyip sizi güler yüzle karşılayan az bulunur çünkü.

Ezgi Erarslan’a sorduk:

Ezgi Erarslan

Oyun karakteri bir an mutlu bir an hüzünlü bir an ise çocukluğunun en derinlerine dalarak seyircinin karşısında ama her zaman muhteşem bir enerji ile sahnedeydi, 90’ların küçük mavisi olmak nasıl bir his?

Ezgi Erarslan: Öncelikle çok teşekkür ederim. Çocukluğumuz deyince sanki hep çok mutlu anları hatırlayacakmışız gibi geliyor insanın aklına. Hakikaten de en mutlu anlarımı düşündüğümde, çocukluğum aklıma geliyor, çocukken yaşadığım anılar. Öyle hissediyorum, öyle hatırlıyorum. Ama dediğiniz gibi oyunda anlattığım hikâyelerde bir an mutlu, bir an hüzünlü hatta bazen çıkmazda olan bir kız karşımıza çıkıyor, yani Mavi. En hassas zamanlarımız çocukluğumuz ve Mavi’de hassas bir kız. Unutamıyor çocukluğunu. En saf, en temiz duygulara sahibiz o yıllarda. Çünkü acısıyla, tatlısıyla yaşanan anılar onlar. Daha savunmasız, daha bilinmeyen bir dünyayı keşfediyoruz. Şimdiki gibi kalkanlarımız yok. Çocuklardan çok ilham aldım. Hem kendi çocukluğumdan, hem de şimdi etrafımda olan çocuklardan. 90’lı yılların Mavi’si olmak hem güzel, hem de çok hassas ve kırılgan bir yerde duruyor benim için.

“Tiyatrocu olmak kolay değil, paten kayabiliyor olmak lazım”, elbette tiyatrocu olmak kolay değil, bu oyunda sizin en çok zorlandığınız durumlar, olaylar nelerdi, paten kaymak olabilir mi?

Ezgi Erarslan: Bu oyunda en zorlandığım şey paten kaymak değil belki de ama oynadığımız sahnenin mevcut durumu da önemli bir etken. Ayağının üzerinde sağlam basarak oynamakla paten kayarak oynamak arasında elbette ciddi bir fark var. Beni en çok zorlayan şey ise bu oyunda yalnız olmam oldu. Yani sahnede tek başına olmam. Çünkü daha önce oynadığım oyunlarda partnerlerimle alışverişim vardı ve onlarla çok iyi bir uyum içinde sahnede olabiliyorduk. Fakat sahnede yapayalnız olmak, tek başına bir hikâyeyi 85 dakika anlatmak, seyircilerin sadece seni izlemesi daha önce hiç deneyimleyemediğim bir olaydı. O yüzden tek kişilik performans ile sahnede olan tüm meslektaşlarıma saygım bir kat daha arttı. Ekip olarak da enerjimiz çok yüksek. Anlattığımız hikâyeye çok inanıyoruz. Seyircinin de bu hikâyede kendinden, kendi çocukluğundan bir şeyler bulacağına ve çok seveceğine eminiz.

Geçmişi ile gelecek arasında olan bir insanı çok güzel sahnelediğinizi belirtebilirim. Bu zaman yolculuğunu kurmak için neler yaptınız?

Ezgi Erarslan: Konservatuar yıllarımda da hikâye anlatıcılığı üzerinden çalışırdık. Kendi derslerimde de bunun seyircideki karşılığının olumlu yönlerini her zaman vurgularım. Bu bir etkileşim ve inanç meselesi. Seyirci öyküye inanırsa bağlanır. Ben çocuk ruhlu olmayı seviyorum ve bundan da kopamıyorum. Geçmişteki küçük Mavi’nin saf tarafı, hevesleri, televizyona olan merakı, kurduğu hayalleri beni öylesine ikna etti ki, o küçük çocuğun hislerini yakalamak benim için çok zor olmadı. Bugüne geldiğimde ise sancıları olan bir oyuncuyu oynadığım için, kendimde bir oyuncu olduğum için, o sıkışmışlığı hissettim ve yaşadım. Onunla bir bağ kurdum ve kurduğum bu bağı sahiplendim.

Oyun biter, alkışlar yükselir, tebrikler verilir öyle mi?

Bence öyle değil kalemi cesur yazarlar ve bir o kadar cesur tiyatrocular kalır geriye ve bir de onların bize bıraktığı değerler. Yazarımız Gökhan Erarslan’ın ve Ezgi Erarslan’ın karşısında saygıyla eğiliyorum.

Ve son olarak yalnızca 90’lı yılların Türkiye’sini değil geçmişten bugüne Türkiye için bizim hikayemizi en iyi anlatan Nazım ustanın dizeleri olacaktır:

“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim…

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim..”

Esenlikler.

Talha Tarık Taşören
Önceki İçerikBeyza Doğuç’tan ilk kitap: “KODA”
Sonraki İçerikİnsan beynine yapılan ilk girişim: “Neuralink İmplantı”
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments