İstanbul Mozaiği ve Afacan Ben

Çok afacan bir çocuktum. Çok talihli bir çocuktum.
Fransız Kız Ortaokulu’ndaki ilk senelerimi hatırladığımda, okula gittiğimi henüz anlayamadığımı düşünüyorum. Ögrenci olduğumu anlamam lise birinci sınıfı bitirdiğim seneyi buldu.
Peki derslerime çalışmadığım bu süre içinde neler yaptım? Ailemden dinlediğim, ailem ile gezdiğim İstanbul’u kendi kurduğum dostluklar ile keşfettim.

Sıraselviler Caddesi’nin arka sokağındaki okulumuzun köşe başındaki Ermeni bir karı koca tarafından işletilen kırtasiye, en çok vakit geçirdiğim yerlerden biriydi. Sadece alışveriş değil, sohbetleri, ikramları ve benim de o yaşlarda oluşmaya başlayan mutfak merakım ile okul sonraları, hâlâ en sevdiğim tatlılardan biri olan Nazook yemeğe bu kırtasiyeye giderdim. Tatlılar bitikten sonra, tabakta kalan cevizleri aldığım parmak uçlarımı, şekeri bulaşmış dudaklarımı yalayarak karnımı ve onlu yaşlarımızın ortalarındaki henüz içine gam karışmamış kahkahalar ile de ruhumu doyururdum. En aşina olduğum mutfaktı sanırım Ermeni mutfağı o senelerde. Hemen bir sene öncesinde, kolej sınavlarına hazırlanırken Madam Varuhi’den özel ders almıştım. Dersler grup dersiydi, tek müslüman öğrenci bendim. Madam Varuhi beni cok sevmiş, ben onu ve köpeğini çok sevmiştim. Toplama çıkarmadan başka birsey bilmiyor ama akıllı bu cocuk, yetiştirebilirim demiş ve beni ele almış, grup dersi sonrası özel olarak ilgilenmiş, bana kendi yaptığı pastalardan ikram etmiş, hatta henüz iştahı açılmamış cılız bir çocuk olduğum icin pek çok kere zorla birşeyler yedirmişti. Renk renk Paskalya yumurtaları, Noel hazırlıkları, daha önce tatmadığım pasta ve tatlı çeşitleri ile neşe içinde geçerdi dersler. Hem öğretmenimin gayreti hem de bu yemeklerin lezzetinden zihnim açılmış olmalı ki, onun güvenini ve emegini boşa çıkarmadım. Henüz küçük olduğum için bana ikram edilmeyen, köşeden bana bakan yeşil, portakal, kırmızı likörlerin albenisini ise hiç unutamadım.

Her sene nasıl Paskalya’yi beklersem, aynı sevinçle Hamursuz Bayramı’nı da beklerdim. Fransız Lise’sinde en yakın arkadasım, bana iki saatlik sürenin az geldiği matematik sınavlarından on dakikada tam puan alarak çıkan Niso idi. Çok zeki bir insanla arkadaş olmanın verdiği zenginliği ilk keşfettiğim arkadaşım Niso. Bilgisayar denilen nesne ile de birbirimizle de aynı anda tanışmıştık. Sonraları benim doğum günü partilerim, “zamanı gelsin, okula getirsin” diye beklediğim kendisi benek benek, sesi çıtır çıtır, yemesi kıtır kıtır hamursuz; Niso’nun evine yaptığı davetler, annesinin pastaları: şimdilerde Piramit Pasta denilen Gateau Salam ve kestaneli Mont Blanc. Niso’nun öncülüğünde, üniversite senelerimizde ada buluşmaları, herbirinde iyi derecede enstruman çalan bir aile ferdinin olduğu, misafirperverlikleri, ikramları, renkli sohbetleri unutulmaz Yahudi evleri.

Mudavimi olduğumuz AKM konserleri öncesi, Gümüşsuyu’ndan asaği doğru inerken sol taraftaki Fischer Restaurant’da Mozart, Baudelaire, Chagall, her ikimizin de yetiştiği kültüre ait bayramlar, yemekler, hikayeler ile sohbetlerimiz nasıl da sevgiyle hatırlanası, sanatın renkleri ile ne kadar büyüleyici idi. Şimdi sevdiğimiz her iki mekan da tarihe karıştı;, hatıralarımız başkaları tarafından bozulup, yıkılamıyor neyse ki! Kendime ait sevdiğim hatırları, mutlu olmak icin usulca kaldırıp baktığım, sonra ihtimamın binbir türlüsü ile tekrar yerine yerleştirdiğim billur bir fanusta saklıyorum; yanına ise pek az kişinin yaklaşmasına izin veriyorum.
Hepimizin beklediği yılbaşı hazırlıklarını ben de severdim, severdim ama yılbaşının ertesi gününü daha cok severdim.
Yılbaşı icin anneannemin Ermeni komşularından öğrendiği, tam göbeğinin ortasina yerleştirilmiş midyesi pişince saydamlaşıp belli belirsiz görünüveren, seyri ayrı yemesi ayrı nefasette zeytinyagli lahana dolmaları. Dolapdere’de tavsiye ile gidip önce müdavimi sonra ahbapı olduğumuz, aldığımız şarküteri kadarını da bize ikram edip oracıkta yediren, “biz bu ülkeyi cok seviyoruz” diyen, hayırsever, nüktedan, anlattığı hikayeleri unutulmaz Mösyö Lazari Kosmaoglu’nun dükkanından yılbaşı alışverişleri. Dedemin, küçükken evlerindeki Çerkez aşçıdan öğrendiği tarifle yaptığımız Çerkez Tavuğu. Kurtuluş’ta Tuşba’dan aldığımız, üzeri tarçınlı topikler! Ermeni arkadaşlarımın bana topik tapmayı öğreteceklerine dair sözleri var!

Narlar kırılır, Paskalya çörekleri kesilir, şampanyalar patlatılırdı! Babamin ortağı musevi (yahudi) onun eşi Rum’du. Ofislerinde Ermeni, Levanten, Rum, Yahudi çalışanlar vardı. Yılbaşının ertesi günü, öğleye doğru Elmadağ’da, Notre Dame de Sion’un sırasında, ikinci kattaki ofise giderdik. Tüm ofis çalışanları, eşler ve çocuklar bir araya gelir, önce hal hatır sorulurdu. Ofisin emektar çalışanları da davetli olurdu bu toplantılara. Öncelikle beyaz tertemiz bir beze sarılı, nar koridora fırlatarak kırılır, bereketli bir yeni sene dileğinde bulunulurdu. Sıra en sevdiğim ana gelirdi. 30 kişilik yuvarlak bir Paskalya çöreğinin içine alt tarafından sokularak para saklanır, sonra dilimler ofiste mevcut bulunan herkesin ve ofisin adı söylenerek teker teker kesilir, her dilimin altına bakılırdı. Ben heyecan içimde gözlerim parlayarak paranın benim adim söylendiğinde, bana çıkmasını dilerdim; para kime çıktıysa o kişi o sene talihli addedilir, eğer para ofise çıkarsa o zaman daha coşkulu bir sevinç hissedilir ve alkış sesleri daha yüksek olurdu. En sonunda, para yine tertemiz küçük bir beze sarılıp, ofisin kasasına, bir dahaki sene yılbaşı ertesi toplantısında tekrar çıkarılmak üzere, kaldırılırdı. Babam ve ortağının yaptıkları konuşmalardan sonra şampanyalar patlatılır, kutlamalar başlardı. O seneler boyunca o küçüklük para bana hiç çıkmadı; ya çıkarsa heyecanı, içimde bir heves olarak kalmaya, rüyalarıma girmeye devam etti.

Geçmişi düşününce, Proust vari bir ruhla tatlar, kokular diyarına yolculuk yapıyorum. İlk çocukluk hatıralarımı oluşturan mekanlardan biri Kadıköy Çarşı’sinda Baylan’dı. Mühürdar’dan yavaş yavaş yürürdük, dedem minicik elimi tutar bana hikayeler anlatırdı. Eski köşkleri, atlı arabaları, lalaları, tayaları… Küçük yaşında evdeki Çerkez aşçıdan Çerkez Tavuğu tarifini alıp da hatırlayan Akif Dedem, tatlılara da pek düşkündü. Köşklerinin mutfağından yeni yapılan lokmaları aşırdığı için, aşçının elinde kepçe ile onu kovaladığı anlatmıştı. Bana, 1961 senesinde Baylan Pastanesi Kadıköy’de şube açtığında nasıl sevindiklerini, daha önceleri Kup Griye yemek için İstanbul tarafına indiklerini de anlatırdı. Kadıköy Baylan Pastanesi’nin kapısından içeri girip, salon koridordan yürüdüğümüzü, sarmaşıklı tavanın loşlaştırdıği gizli bahçede Kup Griye veya Adisababa yediğimizi, oturduğum iskemlede ayaklarımın yere değmediğini, Mösyö Harry Lenas ile dedemin sohbetini, o tatlı huzuru, eve dönerken aldığımız kırmızı yaldızlı elbiselerinden onları kurtarmak, ucu hafifçe ısırıp sonra da hepsini birden ağzıma atıp, o tatlı ve baygın ıslaklığa kavuşmak icin sabırsızlandığım likörlü çikolataları öyle iyi hatırlıyorum ki, Kadıköy’de yürürken bu hatıraların izini sürüyor, her defasında Baylan Pastanesi’nin sihirli bahçesine açılan kapısında buluyorum kendimi. Üç kuşak boyunca, dedemin, annemin ve benim tanıma şansını bulduğumuz pastacılığın duayeni Harry Lenas, bizim ailemiz icin nezaketi, güler yüzü, mütevazı kişiliği ile İstanbul’un simgelerinden biriydi. Damak tadımızın gelişmesinde emeği çoktur.
Evet, afacan bir çocuktum. Ortaokul senelerindeki afacanlığımdan dolayi sınıfımı geçebilmek icin, ailemin anlayışı sayesinde epeyce Fransızca özel ders aldim. Öğretmenlerim Ermeni, Yahudi, Rum hanımlardı. Hepsi anaç, hepsi maharetli, hepsi marifetli idi. Topağaci’nda, Kurtuluş’ta, Şişli’de gittiğim her evin ruhu, kokusu, rengi belleğime işlendi. Kurtuluş’ta Matmazel Ani’nin evine sabah erken saatlerde derse gittiğimde, merdivenlerde beni karşılayan karamelize soğan kokusu ile derste ne öğreneceğimi değil ocakta neyin piştiğini merak ederdim. Derse oturur oturmaz, sıcak çikolata ve tarçınlı kek, gelirdi. Yaşım kolej sınavlarına Madam Varuhi ile hazırlandığım senelerden biraz daha büyüktü ama bana hâlâ likör ikram edilmiyordu. Bir an önce büyümek ve bana köşeden bakan içlerinde portakal, yeşil, kırmızı renklerde likörler olan şişelerden tatmak niyetinde idim.

Seneler böyle geçti. Liseden sonra afacanlığı, en azından akademik anlamda, bıraktım. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Edebiyatı’nda okurken, sonraları manevi babam olacak değerli hocam Ercument Atabay’ın evine davet edilirdim. Hocamın eşi İngilizdi. Akşamüstleri evde hazırladıkları vişnovkayı içerlerdi. Tarifini ailesi Rusya’daki devrimden kaçarak İstanbul’a gelmiş bir arkadaşlarından öğrendiklerini anlatırlardı. Beyaz Ruslar denilince, aklıma Rejans’ta Atatürk’ün oturduğu iki numaralı masa gelirdi. Ben artık yaşça büyümüştüm, yine bir öğretmenimin evindeydim ancak bu sefer de öğrenci olduğum icin bana çay ile yetinmek düşünüyordu, Ercument Hoca’mın ailesinden kalma, önceden soğutulmuş buğulu kristal kadehlerin içinde alev alev tadını bilmediğim, içenin yüzünü aydınlatan, bir iksir yanıyordu.
Şimdi, beni ben yapan renklere baktığımda evimizin yılbaşı sofrası gibi görüyorum kendimi. Renkli, neşeli, lezzetçe çeşitli, her bir tabağın birbirini tamamladığı, bir diğerinin lezzetini arttırdığı bir şölen: İstanbul gibi. Yeni yılın ilk gününü nasıl İstanbul’un çok kültürlü dokusunda kurulan dostluklar, merak ve emek ile zenginleştirerek karşılıyorsak, ben de Ermeni, Rum, Yahudi dostlarımdan, ailemden öğrendiklerimle kendimi donatmaya ve bu mirasa sahip çıkmaya çalışıyorum.
Eski günlerde köşeden bana çapkınca bakışlar atan likörlerden şimdi dilediğimi seçip içebiliyorum fakat içimden de keşke büyümeye bu kadar niyetlenmemiş olsaydım diyorum!
* Bu anı yazısı Şalom Dergi’nin Ekim sayısında yayınlandı.
Aslıhan Karay Özdaş
Etiketler anı yazısıAslıhan Karayçocukluk dönemiEski İstanbulİstanbulİstanbul Mozağinde Çocukluğumİstanbulluluk
0 yorum “İstanbul Mozaiği ve Afacan Ben”