

Şarkılar; bazen bir anı, bazen bir yara, bazen de iyileşmenin ta kendisi. Her biri kendi anlatısını kurarken ortak bir hissi büyütüyor: sesin, sessizliğin, sözün ve suskunluğun taşıdığı anlamlar üzerine düşünmeye davet ediyor.
MüziKoridor’un bu yazısında; reggae’nin duygusal, içsel hesaplaşmalarından rock’ın karanlık tınılarına, nostaljik seslerden çağdaş ifadelere, parçanın hissini yansıtan düetlerden animasyon film evrenine uzanan bir yolculuğa çıkarak, SATTAS’tan Muse’a, Hayko Cepkin’den Nilüfer’e, duygunun farklı yüzlerine dokunan şarkılardan oluşan bir seçki sunmaya çalıştım.
Bu yolculuğumun önemli bir durağını, dikkat çekici bir animasyon film olan “K-Pop: Demon Hunters”a ayırdım. Çünkü Netflix platformunda yayımlanan bu film, müziğin bir eğlence biçimi olarak kalmadığını; aynı zamanda toplumu dönüştürme gücüne sahip bir araç olarak nasıl kullanılabileceğini etkileyici biçimde ortaya koyuyor.
Filmdeki şarkılardan biri olan “Your Idol”, bu temayı en çarpıcı biçimde yansıtıyor. Melodik yapısıyla büyüleyici olsa da, sözlerinde bir idol figürünün dijital bir kurtarıcıya —hatta tapınılası bir tanrıya— dönüşümünü anlatıyor. Dinleyiciyle kurduğu bağ öylesine kuvvetli ki, fark edilmeden bir teslimiyet yaratıyor. Bu“Your Idol”ü listeye almamın nedeni de müziğin iyileştirici yanını değil; nasıl da tam zıttı bir etki alanına dönüşebileceğini de hatırlatmaktı. Bu temaya film analizinde daha geniş biçimde değineceğim.
Algoritmaların Gölgesinde: Müziğin Yönünü Kim Belirliyor?
Müzik artık sadece kulağımıza değil, ekranımıza da hitap ediyor. Dinlediğimiz şarkılar, keşfettiğimiz sesler, algoritmaların görünmez eliyle şekilleniyor. Bu durum, sanatçılar için olduğu kadar dinleyiciler için de yeni bir sorgulama alanı açıyor: Gerçekten sevdiğimiz için mi dinliyoruz, yoksa karşımıza en çok çıkarıldığı için mi?
Geçtiğimiz günlerde düzenlenen “Dijital Müzik Platformları Çalıştayı”, bu sorunun tam kalbine dokunuyor. Bu bölümde yer verdiğim değerlendirmeler, 24 Haziran 2024’te düzenlenen Dijital Müzik Platformları Çalıştayı’nda öne çıkan görüşlerin yorumlanmış özeti.
Katılımcılar, Türkiye’deki müzik ekosisteminin dijital eşitsizlikten nasıl etkilendiğini, algoritmaların ve playlist manipülasyonlarının sektörü nasıl yönlendirdiğini açıkça dile getirdi. En çok tartışılan platformlardan biri Spotify’dı. Milyonlarca kullanıcıya ulaşan bu dev platformun Türkiye’de bir temsilciliği olmaması, sistemin hesap verilebilirliğini ortadan kaldırıyor. Algoritmaların kimi öne çıkarıp kimi görünmez kıldığı ise hâlâ büyük bir muamma.
Telif gelirlerinde yaşanan adaletsizlik, görünürlük eşitsizliğiyle birleştiğinde müzisyenler kendilerini sistemin dışına itilmiş hissediyor. Playlist’lere girme şansı, salt parçanın kalitesiyle değil, algoritmanın kime çalıştığıyla da belirleniyor.
Bu bir müzik endüstrisi sorunu olmanın çok ötesinde… Bu, müziğin nasıl şekillendiği ve kimlerin sesinin duyulabildiğiyle ilgili kültürel bir kriz. Müzik “ruhun gıdası”ysa, onu bize sunan mekanizmaların da şeffaf, adil ve sorgulanabilir olması gerekmez mi?
Tüm bu sistemsel sorguların gölgesinde, bireysel üretimlerin taşıdığı duygu daha da kıymetli hâle geliyor. Şeffaflık, temsil ve görünürlük sorunları içinde var olmaya çalışan müzisyenler, kimi zaman bu karmaşaya doğrudan cevap vermiyor belki—ama şarkılarında o kırılganlık, o mücadele hep hissediliyor. İşte bu bölümde, kalabalık sistem tartışmalarının ardından kulak verdiğimiz o kişisel seslere yer veriyorum.
Geçmişte de bu konularda ilk yazanlardan biri olarak, son dönemde daha tanınır isimlerin bu konuya değinmesi, bu tarz çalıştaylarda ana konu olması umut verici. Umarım sonuçları da olumlu olur artık.
Anıl Emre Daldal – Af ve Ceza: Kırılganlığın Merkezine Doğru Bir Yürüyüş
Anıl Emre Daldal, yeni albümü “AF ve Ceza” ile müzikal anlatıcılığını bir adım daha derinleştiriyor. Modern rock altyapılarının çevrelediği sekiz şarkılık bu albüm, yüzleşmelerin ve içsel geçişlerin izini sürüyor. Ne affetmenin huzuru ne de cezanın ağırlığı; ikisinin arasında salınan bir ruh hâli var bu kayıtlarda.
Çıkış parçası “AF.”, albümün kalbini oluşturuyor. Hem müzikal düzenlemesi hem de vokal ifadesiyle Daldal’ın kişisel evrenine açılan bir kapı gibi. Söz ve müzikteki sadelik, aslında derin bir hesaplaşmanın üzerini örtmeden sunulmasını sağlıyor. Albümün genelinde bir iç aktarım biçimi olarak sessizlik, kırgınlık ve kabulleniş ön plana çıkıyor.
Sanatçının şu sözleri de albümün ruhunu özetliyor: “Yazarken ve kaydederken yaşadığım süreci kelimelere dökmek kolay değil ama en sade haliyle anlatmak istedim.”
Daldal’ın önceki çalışmalarından aşina olduğumuz içe dönük ama güçlü şarkı yazımı, bu albümde daha rafine bir üretimle kendini gösteriyor. “AF ve Ceza”, yargılayan değil anlamaya çalışan, hissedilenleri bastıran değil dile getiren bir albüm. Yavaş akan ama derinleşen bir hikâye gibi dinleniyor.
Albümün dijital versiyonunda, orijinal kayıtların yanı sıra akustik, sped up ve slowed + reverb gibi alternatif versiyonlara da yer verilmiş. Bu varyasyonlar, yorumların farklı duygusal yönlerini ön plana çıkarırken aynı zamanda sosyal medya platformlarında da dolaşıma uygun versiyonlar olarak öne çıkıyor. Böylece Af ve Ceza, farklı dinleme alışkanlıklarına hitap eden bir ses arşivi olarak da konumlanıyor.
SATTAS – “SUS”: Sessizliğin Ardındaki Yankı
SATTAS, reggae’nin Türkiye’deki öncü temsilcilerinden biri olarak bu kez ayrılık acısının hesaplaşmasını şarkısına yansıtmış. Ama bu bir teslimiyet değil; bir yüzleşme, bir iç isyan ve bir kabulleniş anı.
“Sus”, bir ayrılığın değil; insanın içindeki çelişkiyle hesaplaşmayı da anlatıyor. “Sözlerin karanlıktı benim yüzümden / Işığı kapadım saklandım gerçekten” gibi dizelerle bir ilişkinin değil, aynı zamanda benliğin sorgulanması işleniyor.
Eserin temelini Öykü Gülata’nın dikkat çeken bas yürüyüşü ve Cenk Güngör’ün yükselen davul düzenlemeleri atıyor. Kutay Soysal’ın perküsyonları, Batu Kurnaz’ın gitarları, Gonca F. Varol’un klavye melodileri ve Orçun Sünear’ın güçlü vokaliyle şarkı büyüyor. Ve son dokunuş olarak Barış Doğukan Yazıcı’nın isyanla dolu trompeti, parçaya müzikal katkı sağlamakla kalmamış; adeta duygusal bir çığlık hissi vermiş.
Bu derinlikli kayıt, Akustikhane stüdyolarında Eren Turgut’un kayıt süreciyle hayata geçirilmiş; mix ve mastering işlemleri ise Mert Karayazı tarafından üstlenilmiş.
Projenin kapağında ise çok özel bir anlam gizli: SATTAS davulcusu Cenk Güngör ve eşi Neslihan Güngör’ün doğmayı bekleyen kızları Melodi’nin ultrason fotoğrafı. Bu görsel, “Sus”un bir vedayı değil, bir başlangıcı da anlattığını fısıldıyor.
Grubun reggae’yi nasıl dönüştürdüğünü, bu topraklarla nasıl buluşturduğunu Sanat Okur’da yayımlanan söyleşimizin tamamında okuyabilirsiniz:
“Sevda Treni”: Tunç Öndemir ve Birsen Tezer’den İçli Bir Durak
Sanat Okur’da Tunç Öndemir ile gerçekleştirdiğim söyleşide, sohbet bir noktada Birsen Tezer’e uzanmıştı. Tunç Öndemir, onun sahnedeki duruşunu ve duyguyu dinleyiciye taşıma biçimini “yalın ama yakıcı” sözleriyle tanımlamıştı. Tezer’in müzikteki varlığını bir yorumcu olarak değil, bir anlatıcı olarak gördüğünü de o söyleşide açıkça ortaya koymuştu.
Şimdi ise bu iki isim “Sevda Treni” şarkısında aynı rayda buluşuyor. Parçanın her cümlesi, iki farklı yorumcunun ortak bir çalışmada nasıl birleşebileceğini gösteriyor. Tunç Öndemir’in güçlü ama abartısız vokali, Birsen Tezer’in yıllanmış dinginliğiyle yan yana geldiğinde, ortaya hem yeni hem tanıdık bir his çıkmış.
“Sevda Treni”, sanki bir düet değil; iki iç sesin birlikte konuşması gibi. Aynı yöne ilerleyen iki duygunun, zamanın farklı istasyonlarında buluşarak geçmişin yükünü bugüne taşıması gibi. Yolculuğun nereye vardığı değil, hangi duraklardan geçildiği önemliyse, bu şarkı da o duraklardan biri oluyor.
Tunç Öndemir’in müziğe ve sahneye bakışını, Birsen Tezer ile ilgili düşüncelerini de içeren söyleşimizin tamamını Sanat Okur’da okuyabilirsiniz:
Nilüfer – Sebebi Sen
Nilüfer’in yeni teklisi “Sebebi Sen”, “Eski günlerden gelen bir rüzgâr” etkisi yaratıyor. Tanıdık bir melodinin ardından gelen o duygu seli gibi. Sanki bir zaman kapsülünü açmışız da içinden bir mektup, bir koku, bir bakış çıkmış gibi.,,
Onca yıllık sanat kariyerinin izleri, her notasında ve her söyleyişinde net hissediliyor. Modern düzenlemeler, duygusal sözlerle birleşiyor; ortaya duran güncel bir parça değil, güçlü bir miras ve çağdaş bir yorum çıkıyor. Bu, nostalji ile yeniliğin dengede tutulduğu, zamana karşı dirençli bir üretim.
Sizi Büyüten Şarkılar: Hayko Cepkin’in 20 Yıllık Hikâyesi
Bazı albümler müzikten ibaret değildir. Dinlediğimiz anda bizi yıllar öncesine, bir konser gecesine ya da ilk kez bir şarkıyla dağıldığımız o ana götürür. Hayko Cepkin’in “Sizi Büyüten Şarkılar” albümü tam da bu etkide. 20 yıla yayılan sahne deneyimlerinden süzülen bu seçki; konser kayıtları, senfonik düzenlemeler ve stüdyo performanslarıyla dolu 72 parçalık ve 6 saat süren dev bir arşiv.
Hayko’nun müziği hiçbir zaman tam karanlık ya da tamamen aydınlık olmadı. Işığın en çok gölgede anlam kazandığı o çizgide, kendi rotasını çizen bir ses onunki. Bu dengeyi sağlarken rock sahnesine kendi dilini ve duruşunu da kazandı. Yıllardır başka bir isimle karşılaştırılamıyor oluşu da belki tam olarak bu yüzden.
Bu albüm, hem dinleyeni hem de müzisyeni zamana karşı bir yürüyüşte buluşturuyor. “Sizi Büyüten Şarkılar”ı dinlerken sadece Hayko’nun parçalarını değil, aynı zamanda kendimizi de hatırlıyoruz: bazılarımız lise sıralarındaki hâlini, bazılarımız ise kulaklıkla kaçtığı reel hayatı, belki de susturamadığımız isyanlarımızı…
Bu kayıtlar, sahnede yaratılan o çarpıcı enerjiyi yeniden canlandırıyor. Hayko’nun her dönemi sanki başka bir ruh taşıyor. O yüzden bu albüm bir derleme değil; aynı zamanda yerli rock tarihine bırakılan güçlü bir iz.
Muse – Unravelling: Çözülüşün Karanlık Ritmi
Muse geri döndü. Ama bu dönüş ne bir gövde gösterisi ne de geçmişe öykünen bir tekrar. “Unravelling”, adını taşıdığı gibi yavaş yavaş çözülüyor. Grubun o eski uzay atmosferli rock’ından bu kez iç dünyanın karanlıklarına uzanan bir sesle karşılaşıyoruz.
Daha ilk andan itibaren şarkı bir gerilim duygusu yaratıyor. Gitar tonları alışıldık Muse sound’una göre daha sert. Parçanın en etkileyici kısmıysa sözlerin sustuğu ve müziğin bedenin her zerresine işleyen “breakdown” bölümü. Sanki ışıklarla değil, gölgelerle yapılan bir performansa tanık oluyoruz.
Muse, bu parçayla kendini yeniden tanımlıyor. “Unravelling”, sanki bir şarkı değil, bir ruh hâli. Belki biraz dağınık da… ama hâlâ dirençli.
K-Pop Demon Hunters: Ruhun Gıdası, Ruhun Kapanı
“Müzik ruhun gıdasıdır” sözü, yüzyıllardır kulağa hoş gelen bir deyimden fazlasını anlatır. Çünkü müzik kimi zaman bir şifa, kimi zaman bir direniş, kimi zaman da bir zehir olabilir. İşte K-Pop: Demon Hunters, bu sözü tam anlamıyla işliyor; müziği bir sanat formu değil, iyilikle kötülük arasındaki savaşın başlıca cephesi hâline getiriyor.
Filmde bir kız idol grubu olan HUNTR/X, sahne ışıklarının ötesinde aslında karanlıkla savaşan ruh avcıları… Onları güçlü kılan salt dansları ve sahne karizmaları değil; müziğin ta kendisi. İyi müzik, kulakta yankılanan bir melodi değil; ruhu besleyen, insanlara umut ve cesaret veren bir güç olarak resmediliyor. Bu yönüyle şarkılar, karanlığı dağıtan bir ışığa dönüşüyor. Onların şarkıları listelere girmekle kalmıyor; dinleyenleri kötülükten kurtarıyor, iblisleri uzaklaştırıyor.
Ancak filmin asıl çarpıcılığı, bu denklemin öteki tarafını da cesurca göstermesinde yatıyor. Kötü niyetli müzik, manipülatif hâliyle ruhlarını emdikleri dinleyiciler yaratıyor. Filmdeki Honmoon evreni için bu durum gerçek bir tehdit oluşturuyor. Ruhları ele geçiren, kişilikleri silikleştiren ve toplumu yok edecek kadar güçlü bir kötülükten söz ediyoruz.
K-Pop: Demon Hunters, müziğin iyileştirici olma dışında, dönüştürücü bir güç olduğunu hatırlatıyor. Filmde, sahnedeki melodiler kötüyle savaşan birer silaha dönüşüyor. Ancak aynı müzik, kötü niyetli ellerde bir tür ruh tuzağı hâline geliyor. Bu anlatı, bireyin kişisel etkilenmesinden öte, toplumun geneline yayılan kültürel bir tehdit hissi yaratıyor. Burada müzik artık bir sanat formundan öte; yönlendirme ve kontrol aracı olarak işlev görüyor.
Daha önce bahsettiğim “Your Idol” gibi şarkılarla benzer bir tema taşısa da, bu film müziği bireyin iç dünyasıyla değil, kitlelerin kaderiyle ilişkilendiriyor. Bize şu soruyu sorduruyor: Dinlediğimiz melodiler bizi güçlendiriyor mu, yoksa yavaşça tüketiyor mu?
Filmde “iblislerden oluşan erkek idol grubu Saja Boys, HUNTR/X’in yaptığını yapıyor: Müziği bir araç olarak kullanıp; genç ruhları emiyor, dinleyenlerini sahte umutlarla avlıyor. Bu noktada, modern dünyada popüler kültürün gücüne ve potansiyel tehlikelerine yönelik keskin bir eleştiri de barındırıyor.
Film, izleyiciye şu soruyu sorduruyor: Hangi melodilerin içinde yaşıyoruz? Hangi şarkılar bize güç verirken, hangileri bizi tüketiyor? Bu soru animasyonla sınırlı olmaksızın, gerçek dünyanın da sorusu. Çünkü müzik aynı zamanda bir yön, bir yönelim, bir değerler sistemi.
K-Pop: Demon Hunters, idolleri yalnızca yıldız değil, birer yol gösterici, birer savaşçı olarak resmediyor. Sahnede ne söyledikleri, hangi sözleri temsil ettikleri artık bir sanat meselesi değil; bir mücadele: Her melodiyi bir karar, her konseri bir meydan okuma olarak kuruyor. Ve bize hatırlatıyor: Ruhun gıdası olan müzik, doğru ellerde bir iyileştirici; yanlış ellerdeyse tam bir tuzak.
Ve yine aynı filmde sanatçılara da önemli mesajlar var; kendini olduğu gibi kabul etmek, bunu göstermekten çekinmeden sanatına odaklanmak gibi. Sosyal medyada sıradan bireylerin bile imaj baskısı altında yaşadığı bir çağda, idoller bunu nasıl başarabilir? Sanırım bu da başka bir yazının konusu olur.
Her şarkı bir yolculuksa, umarım bu yazım da o yolculukların pusulalarından biri olmuştur. Müziğin besleyen, düşündüren ve sarsan taraflarında yeniden buluşmak üzere…
Koridor’da Müzikle Kalın…