Bir Arayış Obsesyonu: Stalker! | Ufuk S. Yüksel Söyleşisi

"Her akım ve felsefe gibi şüphesiz Neo-Beat de eleştirilebilir. Toplumun 1000’de 1’ine seslenen bir felsefe hiç eleştirilmese garip olurdu."

0

Ufuk S. Yüksel’in iki hafta içerisinde yazılmış, Ankara’da geçen, 33 saatlik bir zaman dilimini kapsayan, ‘Tek Cut’ tekniği kullanılarak kaleme aldığı Stalker romanını Temmuz ayı itibariyle okumaya başladık. Gördük ki başka bir evrenden ziyade başka bir kozmos var. Daha da önemlisi sırtımızı yasladığımız inançlarımızın ötesine geçen sorgulayıcı ve tam bağımsız olan akımlar söz konusu ki; ancak romanı okuduktan sonra anlayabileceğimiz ve yazarı Ufuk S. Yüksel’i merak edip araştırdıktan sonraki evrede idrak edebileceğimiz akımlar bunlar.

Mesela Stalker! Ne olduğu ile ilgili bir fikriniz var mı? Peki Neo-Beat? Mandela Etkisi? Peki Ufuk S.Yüksel’in sırf Neo-Beat akımını iyi anlatmak ve oturtmak adına Stalker romanını yıllarca ertelediği hakkında bir bilginiz var mı? Stalker olma hali tam da budur belki de! Obsesyonlar hakkında televizyondan ya da sağdan soldan duyduklarınız dışında gerçekten ne biliyorsunuz? Bildiğiniz şey obsesyon mu gerçekten yoksa yanılgılar dünyamızın ta kendisi mi?

Ufuk S. Yüksel ile bir şekilde karşılaşmanız, onu dinlemeniz ve bu kozmosun bildiğimizin dışında farklı döngüleri de olabileceğini keşfetmeniz gerekiyor. Bu ancak Stalker romanın evrenine dalabilmenizle mümkün. Stalker’ı okuyun. Aşağıdaki çok katmanlı, hatta belki de Stalker romanı ve Ufuk S. Yüksel ile ilgili yapılmış olan bu en katmanlı söyleşiyi de okuyun. Yaşadığımız dünya dışında bir kozmos, sizin dışınızda var olan insanlar var.

Söyleşiyi merak ediyorsunuz değil mi? E ne duruyorsunuz! Buyurun lütfen 🙂

– Sizden başlamak istiyorum. Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunusunuz. Sonra ODTÜ Felsefe masterı. Oradan İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde master ve doktora. Siz almış olduğunuz eğitimlerin ve devam eden akademik projelerinizin yanı sıra yazdığınız kitapların konularıyla yani Neo-Beat, mandela etkisi, kuantum mekaniği, siber alan, paralel evrenler, stalker olma tanımlarıyla da anılıyorsunuz. Ufuk S. Yüksel’i tam olarak nasıl tanımlardınız? Ufuk S. Yüksel dendiğinde yukarıdaki sıfatlardan hangisi ya da hangileri sizde tam olarak karşılığını buluyor?

Ufuk S. Yüksel: O isim, benim için hayatımın bir evresinde yöneldiğim alışkanlıkları ve yaşanmışlıkları temsil eder. Bu nedenle 3. tekil kişi gibi ondan bahsedebiliyorum. Ama geçmişe çok da takılmamak gerekir. Nihayetinde bir gün -çok uzak değil- “enjolras”la birlikte terk edeceğim bir isim olacaktır. Kitap nasıl misyonunu tamamladıysa, isim de tamamlamıştır. Yeraltı, her zaman kendimizi daha ait hissettiğimiz yer oldu.

Bir gün bütün bunları geride bırakıp “Lost”un çekildiği Pasifik’teki adada zaman felsefesi ve kuramsal fizikle ilgili çalışmalara odaklanmak… Geleceğe dair düşündüğüm tek şey bu.

– Ufuk S. Yüksel’in hayatında edebiyat nasıl bir yerde? Şunu sormak istiyorum aslında; tüm bu tanımlamaları niye edebiyat üzerinden anlatmak istediniz? Neo-Beat’i, Mandela Etkisi’ni, siber alanları, paralel evrenleri, stalker olma halini… İyi bir hikaye kurarsam, anlatmak istediklerimi daha iyi anlatır ve daha fazla insana ulaşabilirim diye mi düşündünüz?

U.S.Y.: 17 yaşında bir roman yazmaya başlamıştım. İsmi “Tanrı’nın Cehennemi”ydi. Roman paralel bir evrende geçiyordu ve öykü yazdıkça genişliyordu. Yazdığım ve hala yazmaya devam ettiğim en önemli şeydi. Ve en sonunda, Stephen King’in “The Stand”i gibi, 1400 sayfalık kaotik bir projeye dönüştü. Stalker’ı o projenin üçte birini yazdıktan sonra yazmaya karar verdim. “Stalker”, “Tanrı’nın Cehennemi”ndeki gerçekliğin paralel evreninde, yani bu gezegende ve bu zamansallıkta geçecekti. Dolayısıyla iki metindeki olaylar birbirini doğrudan etkilemektedir. Bu “Stalker”daki öyküyü göründüğünden daha karanlık bir forma sokmaktadır.

Lakin roman fantastik bir element içermez, aksine matematiksel bir formda, her parçanın iç içe geçtiği ve tamamlandığında bir YOL’a çağıran bir öyküdür bu. “Arayış”ı salt edebiyatla anlatmak çok zor olduğu için felsefeye, matematiğe ve kuramsal fiziğe bu nedenle satır aralarında çok referans var.

– Neo-Beat… Bu tanımdan ve oluşumdan bahsetmenizi rica edeceğim sizden. Anlamı nedir? Sizin için önemi nedir? Bazılarına göre topluluk, bazılarına göre ‘enerji alanı’ olan Neo-Beat’in kendini ifade ediş biçimi sırtını tam olarak nereye yaslar? Çünkü internetteki yorumların bazılarında Neo-Beat’ten nefis bir oluşum olarak bahsedilirken, bazıları hiçbir şey anlamadığından, dolayısıyla anlamsız oluşundan dem vuruyor.

U.S.Y.: Her akım ve felsefe gibi şüphesiz Neo-Beat de eleştirilebilir. Toplumun 1000’de 1’ine seslenen bir felsefe hiç eleştirilmese garip olurdu. Lakin saldırılar (ilk dönemlere göre çok azalsa da) genelde komik formlarda, kaba küfür biçiminde ve içerikten yoksun olarak geliyor. Neo-Beat’in ilk ortaya çıktığı dönemde, Türkçe kaynaklar konusunda ciddi sıkıntılar vardı. “Beat Kuşağı”na dair doğru düzgün bir Wikipedia başlığı bile bulunmuyordu. Bunun üzerine 2013 civarı “Beat Kuşağı” başlığını kaleme alıp Wikipedia’ya ekledim. Ne var ki aylar sonra Neo-Beat’e saldıran birisi Wikipedia’daki başlığı referans göstererek, “burada böyle yazıyor, sizin bu konuda bilginiz yok vs.” gibi şeyler yazmıştı. Tabii ona, o noktada “maddeyi yazan zaten biziz” desek anlamsız olacaktı. Yusuf Atılgan’ın dediği gibi: “Neyi anlatacaktık, neyi yazacaktık?”

Hem içeriden hem de dışarıdan, hakkında çok fazla spekülasyonun, yanlış bilginin dolandığı bir kavramdır Neo-Beat. Bu kişisel olarak beni en çok rahatsız eden mesele olabilir. Bu nedenle 2013-2019 dönemi Neo-Beat’ini anlatacak, muhtemel ki İngilizce basılacak olan “The Dark Side of Neo-Beat”in yayımlanmasını çok önemsiyorum. Bu metin bir gün “The Man from Earth” gibi bağımsız bir internet dizisine de dönüşebilir. Bu çalışma için Türkiye henüz hazır olmayabilir. O dönem boyunca ne yaşandıysa, hiçbir sansüre uğratmadan ya da üzerinde oynamadan olduğu gibi aktaracağız. O dönemleri ve bir şekilde o karmaşanın parçası olmuş bütün o insanları böylelikle onurlandırmış olacağız. Ben hepsinin Neo-Beat’e bir şeyler eklemiş olduğunu düşünüyorum. Kitapta en küçük bir manipülasyonun olmadığını ilk sayfalardan itibaren okuyucu görecek. Çünkü kitap Neo-Beat’in en kırılgan-tartışmalı yanlarını da içerecek… Tarih yazımında her zaman objektivitenin önemine inanan biri olarak en doğrusunun bu olacağı inancındayım.

– Neo-Beat sizin için önemli. Neo-Beat literatürü yaratmak adına kafanızdaki diğer projeleri (Stalker romanını yazma mesela) geri plana atmışsınız bu yüzden. Biraz da yukarıdaki sorunun devamı niteliğinde; oluşturabildiniz mi literatürünüzü, anlatabildiniz mi Neo-Beat meselesini? Stalker’a gelmeden önce Neo-Beat’in Yol Kitabı, Simülasyon Öyküleri ve Route 66 kitaplarınız da var. Ciddi bir yol alma isteği var aslında Stalker’a gelmeden önce. Neden böyle bir yol tercih ettiniz?

U.S.Y.: Neo-Beat akımının Türkiye’deki en zor dönemi 2013-2014 dönemiydi, yani ilk bir yıllık dönem… Bu dönem boyunca reelde hiçbir etkinlik almayışımız, Neo-Beat’e ilişkin doğrudan basılı bir metnin olmaması, hatta bir web sitesinin bile bulunmaması; insanların bu düşünceye tepkisinin ne olduğunu anlamayı çok zorlaştırıyordu. Aynı zamanda Neo-Beat’e dair en çok spekülasyonun ve karalamanın olduğu dönemdi. Buna karşılık yeraltı yapısı gereği bu tsunaminin karşısında duracak çok az kişi vardı. Dolayısıyla bu literatürü yansıtacak basılı bir kitabın çıkması çok önemliydi.

Bu nedenle Stalker’ı 2014 yazında büyük oranda tamamlamış olsam da (-ki basımını ertelediğim iki başka roman daha o zaman halihazırda elimde bulunuyordu), Neo-Beat literatürünü oluşturacak kitap serisi tamamlanana kadar bu kitapları yayımlamamayı ve mevcut bağlantıları bu kolektif kitap projeleri için kullanma kararı aldım. Halihazırda basılan 3 kitap da kendine özgü konsepti ve doğrudan bu deneyimi hisseden yazarlarının katılımıyla bu coşkuyu yansıtan eserlerdir. Neo-Beat tarihine bir şekilde mal olmuşlardır.

– Yukarıdaki dört soruya istinaden Stalker romanınıza geçmek istiyorum. Çünkü Stalker’ı yazmayı erteleyerek, uzun bir yolculuktan sonra romanı yazmaya başlıyorsunuz. Fakat Stalker’daki yolculuğunuz aradığınız şeyi/şeyleri veya herhangi bir şeyi bulmuş olarak başlamıyor. Aksine yine 1. Bölüm’ün başlığı olan Arayış ile başlıyor. Ki böyle bir başlangıç okuyucu olarak beni cezbetti açıkçası. Her şey birkaç saniye içerisinde gerçekleşiyor. Bir karşılaşma söz konusu ve bu karşılaşma öncesi kahramanımız Devin gözlerini gökyüzüne dikmiş tahminen bir dakikadır aynı noktaya bakıyor. Onu tanıyan Selen’i ise tanımadığını iddia ediyor. Arayış başlığıyla fakat eylemsizlikle başlıyor roman. Romanı böyle bir denklemle başlatmanızın sebebi/sebepleri neler?

U.S.Y.: Öykü çok güçlü bir “Arayış” obsesyonuyla başlıyor. Ana karakter çevresindeki şeyleri, “Arayış’la ilgisi olan şeyler” ve “Ar”ayış’la ilgisi olmayan şeyler olmak üzere ikiye ayırıyor. İşte o an Arayış için ölüp ve öldürecek kadar ileri gidebileceğini görebiliyorsunuz. Bu noktada artık eskisi gibi bir cafede kahve içip karşısındaki insanın gözlerine bakarak sıradan hayatlarından bahsedemeyeceğini, bir gazetenin sayfalarını karıştıramayacağını, belki de hiçbir şeye odaklanamayacağını bilmektedir.

İşte tam da bu kırılma noktasında, başkentin merkezinde günlük hayatın akışını kesip sanki ona bir şey fısıldayacakmış gibi gökyüzüne bakarken, Arayış’ın karşısına bir şey çıkarmasını beklemektedir. O şeyin ne olduğunu bilmez ama o olasılığa sarılmaya hazırdır. İşte Selen tam da bu noktada ortaya çıkar -ki bu kitaptaki belki de tek fantastik sahnedir. O an Devin için Selen artık Arayış’ın materyal formu olmuştur. Onun nereden geldiğini ya da onunla nereye sürükleneceğini umursamaz. Ona elini uzatır, o karşılık verir ve hiç sorgulamadan gri şehrin sokaklarında sürüklenmeye başlarlar… O dönemlere bir şekilde kıyısından tanık olmuş olanlar, bu enerjiyi çok yakından hissedecekler… Nihayetinde roman en çok da onlara adanmıştır.

– Stalker’ın tanımı ‘musallat olma’ üzerinden yapılıyor. Literatürlerde Stalkerlar genelde erkekler olurken, kadınlar mağdur kişi olarak tanımını buluyor. Fakat sizin romanınızda işler tam tersi. Bir kadın yani Eleanor Rigby, Devin’in karşısına çıkıyor ve olaylar gelişmeye başlıyor. Devin’in çok yakın arkadaşı Üstün devreye giriyor sonra. Ve biz 2010 yılı itibariyle Ankara’da, Ankara’nın sokakları ve barlarında bir arayış yolculuğuna başlıyoruz. Neden kadının erkeği stalkladığı bir dinamik yaratmak istediniz? Bunun bir önemi yok, kurgu öyle gelişti mi dersiniz yoksa bu bilinçli bir tercih mi, nedeni var mı?

U.S.Y.: Roman, sembolik bir noktada, Ankara’da Sakarya Caddesi’nde başlıyor… Dolayısıyla ana karakterinin öykünün başlangıcında orada bulunması tesadüf olamaz, bulunması da… O, neden orada olduğunu bilmese de bütün bu gizemin düğümünün orada çözüleceğini bir şekilde hissediyor. 2010 Ankara’sının yapısına baktığımızda, bugünün penceresinden fantastik görünse de birçok kişide bu algının olduğunu görüyorsunuz. Bir şey bekleniyor, bu şeyin ne olduğu tam olarak bilinmiyor ama garip bir şekilde düğümün orada çözüleceğine olan inanç, karakterlerin kendisinden bile vazgeçmesini gerektirecek kadar tehlikeli yollara sapmasına neden olacaktır.

Stalk meselesine gelirsek; romandaki ana karakterlerin hepsi bu konuda deneyimli isimler ve çok küçük detaylardan karşısındaki kişinin karanlık tarafına uzanma potansiyeline sahipler… Bu nedenle kendilerine dair detayları tümüyle vermiyorlar, bazı şeyleri değiştiriyorlar ya da gizliyorlar. Çünkü bir Stalker, gerçek bir Stalker’ı ilk görüşte tanır ve onun ne kadar ileri gidebileceğini az çok tahmin eder. Bu nedenle roman baştan sona twistlerle dolu görünüyor.

– Hikaye gerçek zamanlı olarak ilerliyor ve 33 saatlik bir periyodu anlatıyor. Birinci sorum, niye 33 saat? Niye 34 değil, 44 değil? Siz fizikle ve matematikle de ilgilisiniz aynı zamanda. Devin karakteri zamanın içinde arayış içinde ‘devinirken’ zamanı inkar edip ona bir zaman dilimi yaratmaya da bilirdiniz. İkinci sorum romanı niye gerçek zamanlı yazmak istediniz? Bu tespit ‘acaba otobiyografik bir durum mu var?’ sorusunu beraberinde getiriyor çünkü.

U.S.Y.: Romanın kendi içinde bir matematiği var. Bunu iç içe geçen puzzle parçaları gibi düşünebiliriz. Öyle ki bir paragrafın eklenmesi ya da çıkarılması bile bütün dizgeyi bozabilirdi. Sürenin tam olarak 33 saatte tamamlanması, bu anlamda matematiksel bir zorunluluktan kaynaklanıyor.

Roman belki doğrudan benim için değil ama hayatının bir döneminde gri şehre temas etmiş herkes için bir parça otobiyografiktir. Kişisel değil, kolektiftir; anlatılan hepimizin öyküsüdür. Satır aralarında şehre dair çok fazla detay var ve bu şehri tanıyanlar için romana nüfuz etmeyi kolaylaştıran bir etken oluyor. Ama Ankara’da daha önce hiç bulunmamış olsanız da kitabı bir rehber gibi kullanmanız mümkün. Olaylar 9 yıl öncesinde geçse de kesinlikle size yardımcı olacak bazı detaylar hala canlı bulunuyor.

– Stalker konu ve anlatımıyla çok farklı bir yerde fakat aynı zamanda kullanılan teknikleriyle de farklı. Sinema işin içine giriyor çünkü sürpriz bir şekilde. 60’ların ilk yarısında somut olarak başlayan, Jean Luc Godard ve François Traffaut öncülüğünde başlayan Fransız Yeni Dalga sinema akımı filmlerinde kullanılan “Tek Cut” formunu kullanıyorsunuz romanın yapısında. Bunu biraz açmak ister misiniz bize? Niye bir roman yazarken sinema anlatımında kullanılan ve sinemayı bambaşka bir yönde geliştiren “tek cut” yöntemini kullanmak istediniz?

U.S.Y.: Eksiksiz bir duygunun da “tek cut” biçiminde yaşanabileceğine inandığım için… Kitabın en başından itibaren Arayış obsesyonuyla kendini bulan, parçalara ayrılamayacak bir akış vardı. Uçlarda olan bir deneyimi yarım bırakıp insanların nasıl saati geldiğinde uyumaya hazırlandığını anlayamadım. Çünkü gerçek bir tutku, tamamlanmak ve kendini gerçekleştirmek ister. Ertelemek risklidir, çünkü yarın aynı yerden öykünün devam edeceğinin garantisi yoktur.

Kitabın ana karakteri önemli bir şeye çekildiğini ve bunun bir insanın hayatı boyunca en fazla birkaç kere tanık olabileceği dereceden bir kırılma noktası olduğunu hissediyor. Ancak bu kırılma noktası öyle kritik bir anda yaşanıyor ki içinde olaylara müdahil olacak güç yok. Belki de bu nedenle hiçbir şeyi sorgulamamaya ve olacaklara izin vermeye karar veriyor.

Felsefi açıdan ise bu zaman saplantısına yönelik Heidegger’in “Sein und Zeit”ına dek uzanan birçok gizli referans arka planda var. Ama temel olarak okuyucuyu da yıpratan, onu karanlık bir tarafa çekmeye çalışan bir metin bu. Şüphesiz en doğrusu hiç ara vermeden tek seferde okunmasıdır. Öyküyle beraber yükselmenin ve düşmenin en doğrudan yöntemi bu olsa gerek.

– Bu anlamda bir filme uyarlanabilir mi Stalker? Ne düşünürsünüz bu konuyla ilgili? Rahatlıkla bir sinema filmine uyarlanabilir ya da hayır roman olarak kalmasını yeğlerim der misiniz?

U.S.Y.: Toplamda iki haftada ve çok hızlı yazılmış olsa da öncesinde öykü zihnimde defalarca baştan sona oynadı. Bu nedenle “Stalker”ın zaten filmden romana uyarlandığını söyleyebiliriz. Önce film oluştu, sahneler, karakterler, zaman-mekan… Sonra film cümle cümle romana dönüştürüldü. Bu süreçte kuşkusuz bazı detaylar kayboldu. Ama yine bu nedenle ilk andan itibaren okuyucunun bir filmi izliyormuş gibi öyküye tanık olması mümkün oldu.

Mümkün olsaydı 1973 yapımı “La maman et la putain”in yönetmeni olan Jean Eustache’in kitabı filme çekmesini isterdim. Ama o da 1981’de intihar etti.

– Özellikle kahramanımız Devin’in ciddi obsesyonları, ciddi uykusuzlukları (insomnia) ve aşırı alkol tüketimleri var. Hatta 33 saatlik dilimde Devin’in kaç kere tuvalete girdiğini falan sayabiliyoruz. Ankara’nın gri ve belirsiz atmosferinde sadece Devin değil diğer karakterler de bir arayışın içindeler evet fakat aynı zamanda bir huzursuzluğun da pençesindeler. Bir eşik var ve bu eşiği atlayamıyorlar bir türlü ya da atlamak istemiyorlar zaten ama çevre sürekli baskı halinde eşiği atlamaları gerektiğine dair. En azından ben böyle bir hisse kapıldım. Ne dersiniz?

U.S.Y.: Sanırım öykünün bu kadar irrasyonel ve alışılmadık biçimde ilerleyişinde, anormal koşullarda yazılmasının da etkisi vardı. Çünkü yazar, bu kitabı oluştururken kitaptaki karakterlerden daha az uykusuz değildi. Kitabın en önemli kısımları bir üniversitenin kampüsünde, ormanda yazıldı. Normalde bir deftere yazma alışkanlığım yoktur ama zorunlu olarak önümü bile tam olarak göremeyeceğim kadar karanlık bir noktada kitabı yazmak zorunda kaldım. Tamamlanana kadar neyin yazıldığından tam olarak ben de emin değildim.

Alkol, burada gerçeğin karanlık ve soğuk etkilerine karşı Jim Morrison’ın deyişiyle kolaylıkla ulaşılabilecek bir enstrüman işlevi görüyor. Çünkü uyanık bir zihinle bir gerçeği duyumsamak olanaksızlaştığında, hayatta kalmana yardımcı olabilecek bir şeyler bulman gerekir. Alkol, aşk, siyasi idealler ya da kozmosun bilinmezliği… Ve bazen (ya da çoğu zaman) hiçbiri işe yaramaz.

– Üstün ile Devin arasında daha çok Üstün’ün sürüklediği heyecanlı bir diyalog söz konusu Stalker’lıkla ilgili tespitlerin yapıldığı. Şöyle ki; “Gizemli kız yani Stalker da onlardan biri. Cosmos’taki matematik kampından… Delta’yla ikisinin aynı masada karşılaşması tesadüf değildi. (…) Onların elinde, siber boyutta akla gelmeyecek olanaklar vardır. Telefonuna bir virüs bulaştırıp seni adım adım izlerler, yazdığın her satırı, girdiğin her web sitesini izlerler.” Teknolojiden, dijital dünyadan, siber evrenden korkmalı mıyız? Çünkü siz (Yanlış biliyorsam düzeltin lütfen) Neo-Beat grubu olarak yoğun olarak ve daha çok twitter üzerinden birbirinizi takip edip haberleşiyorsunuz.  

U.S.Y.: Siber Devrim’den korkmalı mıyız? -Evet. Lakin artık bu durdurulamaz. Tarihin akışı başlamıştır. Ona ancak uyum sağlayabilirsiniz ya da onu yönlendirmeyi deneyebilirsiniz. Ancak şurası açık ki hayat eskisi gibi olmayacaktır. Artık yaşamın en az %50’si siber alandadır ve bu etki gittikçe artacak. Önümüzdeki 50 yılda fiziksel mekanlar, kamu-özel sektör binaları, fiziksel olarak üniversiteler, hatta restaurantlar büyük oranda ortadan kalkacak. Hologram ve benzeri teknolojilerin yayılmasıyla insanlar günün büyük kısmını bir odada geçirirken, bu teknoloji yardımıyla gerektiğinde sanal olarak bu mekanları deneyimleyecekler. Küçük bir odanın sanal olarak bir restauranta, amfiye ya da bir ofise dönüşmesi mümkün olacak. Sanal gerçeklikle fiziksel gerçeklik arasındaki algı farklılığı gittikçe kapanacak ve insanlar Miami’de bir daire almak yerine Miami simülasyonunda siber bir alan satın alıp bunu Anadolu’nun bir şehrinde deneyimleyebilecekler.

Bu, bizden önceki kuşaklar ve bizim kuşağımız için çok korkunç görünebilir ancak San Francisco’daki Silikon Vadisi’nde şu an en çok kaynak ayrılan projeler bunlardır. Bazı mühendislerin süreçten dehşete düşerek Pasifik’te bir adaya çekilip erken emekliliğe geçiş yaptığını biliyoruz. Bulguların aşamalı olarak açıklanması bizi yanıltmasın, çok değil 50 yıl içinde zaman-mekan algısı radikal biçimde değişecek… Bir atom savaşı yaşanmazsa, birkaç yüz yıl sonrası tahminlerimizin çok ötesinde dönüşümlere gebedir.

– Romanın kırılma noktasını oluşturan Mandela Etkisi ve toplumda oluşan kolektif bilinçten bahsetmenizi rica edeceğim sizden? Kolektif bilinç toplumun neyi nasıl algıladığıyla ilgili olarak aslında kültür sanatla, eğitimle olan ilişkisiyle paralel olarak gelişen bir şey. Bu bilinç zayıfsa Mandela Etkisi bilinçsiz bir noktadan, sağlamsa bilinçli bir noktadan gelişmekte. Niye Stalker’da Mandela Etkisi’ni kullanmak istediniz? İkisinin arasındaki bağ ne? Bu etkiyi kullanarak anlatımı daha güçlü hale getireceğinize mi inandınız?

U.S.Y.: “Kolektif bilinç” kökeni Carl Gustav Jung’a giden bir teori aslında. İnsanlık tarihinin ortak bir hafızaya sahip olduğunu, farkında olmadığımız birçok travmanın, trajedinin insan ruhunun derinliklerinde gizlendiğini kabul ediyor. Bu bilinç -teoriye göre- bütün insanları birleştiriyor ve dönüştürüyor. Mitolojik öykülere bu noktada çok büyük bir önem atfediliyor, çünkü onlarda insanlık tarihinin ortak hafızasının gizli olduğuna yönelik bir inanç var.

Şüphesiz, milyonlarca yıl önce yaşanan, hiç temas etmediğimiz deneyimlerin etkisinin bize kadar uzanması sıra dışı bir algı açıklığına neden olur. “Stalker”da ise bu teoriye yeni bir ekleme var: Zaman döngüselse benzer biçimde geleceğin de bugünü değiştirmesi mümkündür. Geçtiğimiz günlerde birkaç bölümünü izleme şansı bulduğum, Netflix’in popüler dizisi olan “Dark”ta bu temanın işlenmesi tesadüf olamaz.

Nasıl ki 2 boyutlu bir canlı gökyüzünü algılayamazsa, böyle bir zaman algısı da insana çok anlaşılmaz görünür. Ancak matematiksel açıdan bu mümkündür. Bunu günlük yaşama dair bir olayla örneklersek:

2029 yılında X’e gelecek bir telefonda, X’in 2009 yılında yaşadığı bir olayın nedeni söylenecektir. X, 2019 yılındadır ve doğal olarak o telefona dair hiçbir bilgisi olamaz. 4 boyutlu zaman-mekanda 2029 yılına kadar o telefonda yaşanan gerçeği bilmeden yaşamaya devam eder. 4’ten daha fazla boyutlu bir evren modelinde ise durum farklıdır. 2029 yılında gelen telefonda söylenen şey, 2009 yılında yaşanan olayın ana nedeni olabilir. O telefonun 2029’da geleceği kodlanmasaydı, 2009 yılındaki olay belki de hiç yaşanmayacaktı.

Bunu ilk keşfeden isim Nietzsche oldu, Heidegger bu düşünceyi geliştirdi ama düşünce henüz son noktasına varmış değildir. Peki son noktaya vardığımızda ne olacak? -Çok ileri teknolojilerin ve felsefenin keşfiyle insanlık tarihinin en büyük bilişsel devrimi yaşanacaktır. Sonrasında hiçbir şey aynı kalmayacak…

– Hikayeye sadece sinema değil müzik de eşlik ediyor. Vega’nın Ankara şarkısının sözleriyle karşılıyor roman bizi ve Pink Floyd’un şarkı sözüyle devam ediyor. Stalker romanı için müzik nasıl bir yerde? Ya da Neo-Beat oluşumu için de sorabilirim aynı soruyu. Romanın en başından sonuna kadar müziğin oluşunun bir anlamı olmalı…

U.S.Y.: Vega’nın “Ankara”sı gri şehir üzerine yazılmış en iyi şarkı olabilir. Bu nedenle kitap o şarkıyla başlar. Roman çıktıktan birkaç gün sonra Vega’nın solisti Deniz Özbey’e kitap bir şekilde ulaştı. Sembolik açıdan bu değerliydi.

Ankara üzerine yazılmış çok az şarkı-kitap var. Bunun bir açıdan şehrin mirasına haksızlık olduğunu düşündüm hep. Çünkü kayda geçirilmemiş bir öykü, hiç yaşanmamış demektir. Kitabın temel nedeni benim için bu oldu. Hayatım boyunca kendimi borçlu hissettiğim tek şey orasıydı ve bunu bilmek üzerimde baskı oluşturuyordu. Şehir beni almış ve başka bir şeye dönüştürmüştü. Bir açıdan geçmişimi yok etmişti ve hiçbir lokasyonda kalıcı olamayan benim için ait hissettiğim tek yer olmuştu.

Kişisel bir roman yazsam kuşkusuz bu benim için çok daha kolay olurdu. Oysa Stalker’ı yazarken üslubumu fazlasıyla değiştirmem gerekti. Bu nedenle, söylemesi garip olsa da roman gerçek üslubumda yazılmamış oldu. Şehirlerin gizli bir ritmi olduğunu düşünmüşümdür hep. Bir açıdan “Stalker” bu ritimle yazılmıştır. Gri şehrin sokaklarında hayatının bir döneminde kaybolanlar bu ritmi arka planda sürekli hissederler. Ve Pink Floyd’un The Wall’u bu ritmin oluşumunda en merkezde durur.

– Son olarak zorlukları aşarak, yıldızlara ulaşacak mıyız? Ümidiniz var mı?

U.S.Y.: Bu anlama gelen, “Per aspera ad astra” ifadesi, birbirini tanımayan birçok insanı birleştiren bir çağrı oldu. Bu dünyaya ait hissetmemenin, var olmamış zamanları ve evrenleri özlemenin getirdiği bir histi bu. Çok güçlü bir his…

Bu soruyu kendime en son sorduğumda -belki de bu olay bir rüyada yaşanmıştır- ıssız bir otobandaydım. Arka planda 1921 yapımı “Make Believe”in St. Vincent coverı çalıyordu: https://www.youtube.com/watch?v=AO45nLFEsuM

100 sene önce de bir pikapta çalarken, bu şarkıya inananlar olmuş muydu, bu şarkıyla bir şeyden vazgeçenler… Ve tekrar şarkının sözlerini anımsıyordum:

“Keep on smiling that’s the way
And remember what I say
Perfect happiness is just a state of mind”

100 sene öncesine kıyasla daha umutlu bir gezegende yaşamıyoruz ama uğruna savaşmaya değer bir şeye inanmak zorundayız. İnanmazsak, ölecektik çünkü.

YazarUfuk S. Yüksel
YayıneviAya Kitap
Yayın TarihiTemmuz 2019
TürüRoman
Sayfa Sayısı160
Önceki İçerikMeriç Algün’ün “Day Craving Night” isimli sergisi Bristol’de sanatseverleri bekliyor
Sonraki İçerikNorton’dan tam da Dövüş Kulübü’ne layık bir itiraf: Film setinde gerçek ve okkalı bir yumruk atmıştım Pitt’e!
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments