Murat Gülsoy Edebiyatında 30. Yıl | Murat Gülsoy Röportajı

"Doğru zaman, mekan, insanlar bir araya gelirse çok daha farklı oluyor her şey."

0

Türk Edebiyatı’nda uzun süren durağanlık döneminin akabinde yayımlanan ilk öykü kitabı Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul ile edebiyatımıza can suyu veren Murat Gülsoy, Ve Ateş Bizi Tüketiyor isimli yeni romanı ile birlikte edebiyatta 30. Yılına adım atıyor. İlk öykü kitabının yayımlandığı yıl olan 1999’dan günümüze 8’i öykü, 9’u roman, 2’si deneme türünde olmak üzere edebiyat dünyamıza çok sayıda nitelikli kitap kazandıran Murat Gülsoy edebiyatımızın en önemli kilometre taşlarından hiç şüphesiz.

30 yıl boyunca Türk Edebiyatının ilerleme dönemine çok değerli kitaplarla damgasını vuran Murat Gülsoy ile edebiyat konusundaki deneyimlerini, akademisyenliğini, onu edebiyat dünyasına kazandıran seçimlerini, Boğaziçi Üniversitesi bünyesinde yer alan yayınevinde yürüttüğü Genel Yayın Yönetmenliğini ve geldiği noktada edebiyat ile ilgili düşüncelerini öğrenmek istediğim bir söyleşi gerçekleştirmek istedim.

Birçok önemli ve yeni ayrıntıya şahitlik edeceğiniz bu güzel söyleşi için buyurun efendim…

– Boğaziçi Üniversitesi Elektrik – Elektronik bölümünü bitirdikten sonra, yüksek lisansınızı yine Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji bölümünde “insan yüzlerine ilişkin uyarılmış beyin potansiyelleri” üzerine deneysel bir tez hazırlayarak tamamladınız. Bir insan niye böyle bir geçiş yapar ki? Mühendislik bölümünden, sosyal bilimlerin bir dalı olan Psikoloji’de yüksek lisans yapmak… Böyle bir seçim yapmanızın nedenlerinden ziyade, duygularınızı merak ediyorum?

Murat Gülsoy: Sıklıkla soruların başında geliyor bu soru, mühendislikten sonra neden psikoloji ve / veya edebiyat? Bir açıdan bakıldığında çok haklı bir merak barındırıyor, bir alanda, üstelik zor bir alanda çalışırken birden bire başka bir alana geçmenin dinamikleri neler olabilir? Birçok neden sıralanabilir kuşkusuz. Ancak bunları ben yaşarken çok da ayrımında değildim sanıyorum. Yani o anda, tam o seçimleri yaparken, çok genç kendime bu soruları sorabilsem, belirli bir mantığı olan cevaplar verirdi ama bunlar gerçek cevaplar olur muydu? Emin değilim. İnsan neyi neden seçtiğini gerçekten bilebilir mi? Ben bu soruya çok temkinli yaklaşıyorum. O seçimleri yaparken yaşadıklarımı düşündüğümde… Mühendislik okurken büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı hatırlıyorum. Ben bilimle uğraşmak istiyordum ama mühendislik eğitimi o tarihlerde beni doyurmuyordu. Psikolojiye geçtiğimde ise beklentimin çok üzerinde bir tatmin yaşadım… Edebiyatla ilişkim ise sürekli derinleşti, dipsiz bir dalış gibi… Sürüyor. Ancak şimdi dönüp bakıyorum, pekala mühendislikte de o dipsiz dalışı gerçekleştirebilirmişim, ama olmamış. Mesele disiplinlerden çok o disiplinlerle bizim kurduğumuz ilişkide gizli sanırım. Doğru zaman, mekan, insanlar bir araya gelirse çok daha farklı oluyor her şey.

– Sosyal bilimlerde herhangi bir bölümü herkes kazanabilir ama mühendislik bölümleri (Özellikle belli üniversitelerin mühendislik bölümleri) herkesin girebileceği bölümler değildir. Bu gerçeğin yanı sıra şöyle de bir gerçek var: Mühendislikten mezun olmuş ama mesleğini icra etmeden Kültür Sanat dallarından birini tercih eden, ya da mühendislik mesleğini bir müddet veya uzun yıllar sürdürdükten sonra mutlaka müziği, sinemayı, edebiyatı tercih eden birçok kişi var. Nedenini merak etmişimdir bunun. Mutsuz mu oluyorlar acaba günün sonunda yoksa bir tatminsizlik hissi, ruhun daha yüksek duygularla (sanatla) doyurulma isteği mi?

M.G: Bence bu tamamen sosyoekonomik bir mesele. Örneğin ben, orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak, sadece çalışarak, kendi emeğimle hayatımı kazanabileceğim gerçeğini daha ilkokuldayken fark etmiştim. Yani, başka seçenekleriniz olduğunu aklınıza bile getirmezsiniz. Orta sınıf ailelerin çocuklarının en büyük derdi, haklı olarak, ellerinden gelenin en iyisini yaparak bir meslek sahibi olmaktır. Benim genç olduğum zamanlarda da birkaç gözde meslek vardı, mühendislik de bunlardan biriydi. Dolayısıyla genç insanın seçimlerinin belirleyicisi öncelikle hayatta kalma kaygısıdır. Mühendis olduktan sonra kendimi bir parça daha güvende hissederek, şimdi de arzu ettiğim işlerle uğraşabilirim diye düşünmüştüm. Başka bir dünyada yaşıyor olsaydık çok farklı bir eğitim almak isterdim. Şimdi hatırlıyorum, üniversitede okurken alternatif eğitim modelleri hayal ederdim. Felsefe, bilim ve sanat okuyabileceğim bir program düşünürdüm örneğin. Sonra yıllar içinde şunu fark ettim, insan bu eğitim modelini kendisi inşa edebilir bir yere kadar, okumalarını, hayatını ona göre tanzim edebilir. O zaman çok daha mutlu bir üretim süreci başlıyor.

– O dönemdeki nedenlerinizin, seçimlerinizin, sizi Psikoloji bölümünde yüksek lisansa götüren duygularınızın edebiyat dünyasında 30 yılı tamamlamaya götüreceğini de tahmin ediyor muydunuz?

M.G: Psikolojide okurken şu konu kafamda netleşmişti: Ben üniversitede kalacağım, akademisyen olacağım ve yazacağım. Edebiyatla, sanatla uğraşacağım. Bu bir tahmin değil karardı, niyetti, hayaldi diyelim. Şimdi dönüp baktığımda o dönemeçte doğru bir karar verdiğimi düşünüyorum. Ama zamanımı belki daha verimli kullanabilirdim, diye düşünmeden de edemiyorum.

– Hedefiniz Türk Edebiyatı içinde tam da bugün Murat Gülsoy’un bulunduğu yer miydi?

M.G: Dilediğim gibi yazmak istiyordum ve yazıyorum. Edebiyatımızın içinde nerede durduğumu ancak başkaları değerlendirebilir. Yeterince değerlendiriliyor mu, okurlarına ulaşabiliyor mu? Doğrusu bu soruya yanıt vermek zor. Çok iyi okurlarım olduğunu biliyorum, çok dikkatli, derinlemesine okuyan okurlarım var. Ama bir yandan da halen “keşfedilen” bir yazar olduğumu söylüyorlar, birçok kişi yeni tanışıyor yazdıklarımla ve şaşırıyor bunca zaman nasıl olup da okumamış olduklarına. Bu da bana umut veriyor, demek ki daha çok okur var tanışacağım diye düşünüyorum…

– Türk Edebiyatı içerisinde düzenlenen birçok ödülü aldınız. Bu Kitabı Çalın isimli kitabınıza Sait Faik Hikaye Armağanı, Bu Filmin Kötü Adamı Benim isimli kitabınıza Yunus Nadi Roman Ödülü, Gölgeler ve Hayaller Şehrinde isimli kitabınıza Sedat Simavi Edebiyat Ödülü, Baba Oğul ve Kutsal Roman isimli kitabınıza Notre Dame De Sion Edebiyat ödülü verildi. Ödüllerle ilgili, ödüllendirilmekle ilgili ne düşünüyorsunuz? Sanat adına dünyada verilen tüm ödüller (Nobel, Oscar vb…) ile ilgili düşüncenizi merak ediyorum aslında. Ödüllendirme olmadan da olabilir miydi yoksa çok önemli bir dinamik mi ödüller?

M.G: Tüm ödüllerin amacı o eserlere, yazarlara dikkat çekmektir. Bir kitabın basılma sürecinde yayınevleri kendi yayın çizgilerindeki en kaliteli kitapları bulmaya gayret ederken bir yandan da satış kaygısı gütmek zorunda kalırlar. Çünkü yayınevleri ticari kuruluşlardır. Piyasa onlara kitap yayınladıkları için özel bir muamele yapamaz. Gelir gider dengelerini gözetmezlerse batarlar. O yüzden de yayımlanma kararında her zaman az ya da çok ticari kaygılar rol oynar. Oysa ödülleri veren seçici kurulların tek amacı en nitelikli eseri bulup onu ödüllendirerek kendi saygınlıklarını korumaktır. Hiçbir seçici kurulun bu kitap ne kadar satar diye düşündüğünü sanmıyorum, dolayısıyla tüm ödüller belirli bir nitelik göstergesidir. Elbette eleştirilecek yönleri vardır, ancak edebiyatın piyasanın kendi dinamiklerince teslim alındığı bir çağda ödüller yine de bize bir nebze ışık tutabilirler. Bu ödülleri değerlendirirken biraz verilere de bakmak gerekir. O ödülleri yıllar içinde izlemeli, kimlere verildi, verilen yazarların daha sonraki eserleri nasıldı, edebiyatımızda neye karşılık geldi, bunlara bakarak daha sağlıklı değerlendirmelerde bulunulabilir. Öte yandan, elbette ödüllerin seçici kurulları genellikle mevcut kanonu temsil eder; dolayısıyla yeniyi, farklı ve sıra dışını saptamakta zorlanabilirler.

– Kitaplarınız birçok dile çevrildi. Diğer dillerin yanında Türkçe nasıl bir dil? Organik buluyor musunuz mesela Türkçe’yi? Ya da şöyle sorayım kendi dilimizi iyi konuşup, iyi yazabiliyor muyuz? Mesela George Perec Fransızca’da en çok kullanılan “e” harfini hiç kullanmaksızın Kayboluş romanını yazdı. Bu tür romanlar dile katkı sağlıyor mu?

M.G: Ben başka bir dilde edebi metin yazmadığım için karşılaştırma imkanım yok. Ana dilimde yazmak bir anlamda evimde olmak demek. Başka bir dilde yazabilmem için uzun bir süre o dilin içinde yaşamalı, rüyalarımı o dilde görmeye başlamalı, şakalarımı o dilde yapabilmeliyim. Bazen hayat insanı buna mecbur edebilir. Ben şimdilik ana dilimde yazıp kitaplarımı yayınlatabiliyorum. Dili iyi bilmek ise çok önemli. Sadece yazarlar için değil herkes için önemli. Uzun zamandan beri yabancı dil eğitimine verdiğimiz önemi ana dilimize vermediğimiz için bir gerilemeden söz edilebilir. Yabancı bir dil, özellikle İngilizce bilmek, çağımızda çok çok önemli, bunda tartışılacak bir durum yok, bence herkesin öğrenmesinde yarar var. Dünyada üretilen bilim, sanat ve kültüre ulaşabilmenin en kestirme yolu bu. Ancak sadece yabancı dil eğitimine odaklanıp ana dili ihmal etmek çok büyük bir gerilemeye yol açıyor. Hepimizin yabancı dil öğrenmeye verdiğimiz dikkati ve enerjiyi ana dilimize de vermemiz gerekir. İş ilanlarında “çok iyi derecede Türkçe konuşan ve yazan” kişiler aranıyor diye bir ibare hiç görmedim örneğin oysaki çok gerekli olduğu tartışma götürmez. İnsanların ana dil ile ilgili çok ciddi bir yanılsaması var. Dilin tümünü biliyoruz sanıyoruz. Oysa, durum pek de öyle değil. Örneğin Türkçe’de 110 000 civarında sözcük var. Bunların belki yarısını, yarısından fazlası görünce tanıyoruz, ama kaçını kendi kendimize kullanabiliyoruz? Eğitim seviyesi düştükçe kullanabildiğimiz sözcük sayısı da düşüyor. Bu çok vahim. Dili iyi bilmeden sadece edebiyat değil, matematik, fizik, felsefe yapmak da mümkün değil. Perec’in tarzında modernist avangart yazarların arayışları elbette çok değerli. Dilin sınırlarını genişletmek, zorlamak edebiyatın asli işlerindendir.

– 602.Gece isimli inceleme kitabınızda Modernizm/Postmodernizm üzerine yazılar kaleme aldınız. Türk Edebiyatı’nın Postmodernizm ile imtihanı nasıl sonuçlandı? Ya da sonuçlandı mı, devam mı ediyor?

M.G: Ben bu ayrımı çok keskin yapanlardan değilim. Asıl köklü değişimin realizm ile modernizm arasında yaşandığını, gerçekliğin dil ile temsil edilmesini bir mesele hatta bir kriz haline getirenlerin açtığı yolun halen canlı olduğunu, postmodernizm tartışmalarının çoğu zaman (sadece ülkemizde değil, birçok yerde) kuru bir kuramsal sınıflandırmayla sınırlı kaldığını, kriterlerin çok tartışmalı olduğunu düşünüyorum. Konu bu söyleşinin sınırlarını aşacak denli karışık aslında. Bir postmodern dönemde yaşanan edebiyat pratiği var, kimler nasıl neleri yazdılar, nasıl görünür oldular, nasıl ve neden yok oldular gibi soruların cevaplarını araştırarak işe başlayabiliriz ki sosyologlara çok iş düşüyor; bir de postmodern edebiyat olarak sınıflandırılan metakurmacanın ön plana çıktığı, edebi metnin, ideolojik olanın, tarihsel toplumsal tüm anlatıların nasıl kurgulandığının üzerine düşünüldüğü, farklı kültürlerin, söylemlerin içeri alınarak tartışıldığı, hiyerarşik araçlardan uzak duran bir edebiyat var; ancak aynı anda, popüler ile yüksek edebiyatın birbirine karıştığı, modernist anlam arama ve yaratma çabasının askıya alındığı, göreceliğin kaygan zemininde yüzeyselleşen bir postmodern edebiyat var. Ben dönemsel olarak modernizmin bir ileri aşaması olarak ele alındığında postmodern yaratma süreçlerinin olumlu olduğunu düşünüyorum; diğer yorumlarından uzak duruyorum.

– Buradan biraz da yeni yazarlar, yeni kitaplar mevzuuna girmek istiyorum. Nasıl buluyorsunuz? Edebiyat açısından iyiye gidiyor, umutluyum diyebiliyor musunuz?

M.G: Tanpınar 1930larda yazdığı yazılardan birinde, bu yıl çok verimli geçti dokuz on tane ciddi telif eser yayımlandı diyor. Şimdi sayamayacağımız kadar çok. Yılda beş altı bin civarında. Peki hepsi nitelikli mi? Herkesin aklındaki soru bu. Elbette değil ama yine de içlerinde nitelikli olanlar otuz kırk yıl önce yayımlanan daha az sayıdaki kitapların içinde nitelikli olanlardan daha fazla. Şu anda müthiş bir çeşitlilik var. Ben çeşitliliğin, çok sesli, çok renkli, çok boyutlu üretimin önemine her zaman yürekten inandım. Dolayısıyla elbette geleceğe dair umutluyum.

– Türk Edebiyatı’nın gidişatını genç yazarlar üstünden değerlendirebilir miyiz? Yoksa hayır üçüncü, dördüncü kitapları çıkan yazarların gelişimi üzerinden değerlendirmeliyiz mi dersiniz?

M.G: Doğrusu meseleyi bu kadar ayrıntılı incelemedim. İlk kitaplar ile sonrakiler arasında nasıl bir niteliksel değişim oluyor? Bu sorunun cevabını bilemiyorum. Belleğimi yokladığımda, ilk eserleriyle beni çok heyecanlandırmış ancak her yeni eserinde biraz daha irtifa kaybederek ilgi alanımdan tamamen çıkmış yazarlar da hatırlıyorum, tersine her yıl kendini biraz daha geliştireni de. Ancak, zamanımızın ruhu çok baştan çıkarıcı, yazarların yoğunlaşmasına izin vermiyor. Hızlı olmayı ödüllendiren bir ruh bu, dolayısıyla yüzeyselleşme tehlikesi pusuda bekliyor.

– Son iki soruya istinaden Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nde yürüttüğünüz genel yayın yönetmenliğinize gelmek istiyorum. Boğaziçi Yayınevi ne kadardır var ve sadece bünyesinde bulunan öğrencilere mi öncelik tanıyor? Ya da sadece akademik yönde kitaplar mı basıyorsunuz? Biraz bahseder misiniz yayınevinden?

M.G: Yayınevi 1995 yılında kurulmuş. Ben 2004 yılında göreve başladığımda az sayıda akademik yayın yapan bir yapıdaydı. O yıldan itibaren yayın yelpazemizi çok genişlettik, sadece bize başvuran akademik çalışmalarla sınırlı tutmayıp çeviri kitaplara da yer açtık. Cambridge ya da Oxford Üniversitesi Yayınları’ndan güncel bilim kitaplarını dilimize kazandırdık. Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri ya da hocalarına öncelik tanımak gibi bir durum asla yok. Bir yayın kurulu var, kurulun danıştığı hakem hocalar var. Dolayısıyla kabul oranı düşüktür. Şu anda edebiyattan tarihe, temel bilimlerden mühendisliğe çok sayıda kitabımız var. www.bounyayin.com adresini ziyaret ederseniz kitaplarımızın tamamını görebilirsiniz.

– İlk önce başlamak istediğim yer, Boğaziçi gibi, ODTÜ gibi, İTÜ gibi üniversiteler Türkiye’nin bilimsel akademik temelinin yanı sıra kültür sanat temelini de oluşturup, bu konuda öncülük edip, yönünü tayin ediyorlar. Ne dersiniz? Katılır mısınız böyle bir kanıya?

M.G: Elbette. Zaten bu alanlarda ciddi üretimlerde bulunan sanatçılara baktığınızda açıkça görünüyor.

– Başa dönmek istiyorum. Yüksek lisansınızı Psikoloji dalında yapmanıza rağmen mühendislikten de kopmadınız aslında. Doktoranızı Biyomedikal Mühendislik alanında yaptınız. Üniversite içerisinde akademik düzeyde Profesörlüğe kadar yükseldiniz ve dersler vermektesiniz. Edebiyat mı; akademik ortam mı? Arada bir karşılaştırdığınız oluyor mu hiç? Şu taraf beni daha çok tatmin ediyor derken yakalıyor musunuz hiç kendinizi?

M.G: Zor bir soru. Benim hayatımda ikisi de hep vardı. Birbirinden ayırt etmekte çok zorlanırım. Ayrıca akademi edebiyatı, sanatı, entelektüel çalışmayı kolaylaştıran zenginleştiren bir ortam sunuyor. O yüzden birbirlerini olumlu bir şekilde beslediğini söyleyebilirim.

Teşekkür Ederim.

Aynur Kulak
Önceki İçerik“Nöbetçi Tiyatro” uygulaması yeniden başlıyor
Sonraki İçerikGülsin Onay: “Piyano çalmak benim için nefes almakla eş değer…”
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments