Yüzleşme: Eine Kleine Nachtmusik

"Dorothea Margaret Tanning; ressam, şair, heykeltraş ve yazar… 1943 yılında yağlı boyasıyla kabuslarını dondurduğu tablolarından biri; Eine Kleine Nachtmusik…"

0
“Bu tablo yüzleşme ile ilgilidir. Herkes sahip olduğu bir dramasına inanır. Dramalarında her zaman mücadele edecekleri bir ayçiçeği (çoğunlukla saldırgan) olmasa da; merdiven, koridor, hatta bunalımların ve sona varmaların oynandığı gizli tiyatrolar, kana bulanmış kırmızı bir halı veya acımasız sarılar, bir saldırgan ve halinden memnun bir kurban vardır.”
Dorothea Tanning

Dorothea Margaret Tanning; ressam, şair, heykeltraş ve yazar… 1943 yılında yağlı boyasıyla kabuslarını dondurduğu tablolarından biri; Eine Kleine Nachtmusik… Donuk kabuslar; dört köşeli bir çerçevede, sabitlenmiş renklere dönüştüğünde…

Tablo, ismini Mozart’ın son serenatı olan oda orkestraları için bestelenen ve ismi de önemsizce karalanmış küçük bir detay gibi duran “Küçük Bir Serenat”tan almıştır.

Bu tablo paldır küldür aniden düştü önüme. Artık parçalayıp durduğun imgelerin enkazlaşmış çöplerini atma vakti der gibiydi. Benim rüyalarımda, Kordon çimlerinde yüzünü güneşe dönmüş koskocaman ayçiçekleri olur. Ressam ise bu çiçekleri “gençlikte karşılaştığımız ve zorunlu olarak üstesinden gelmemiz gereken zorluklar”ı temsilen çizdiğini söyler. Belki de her şey toprağın altında, karanlıktasın diye boğulacağına ve çürüyeceğine inanmak yerine, o karanlıkta bile güneşin toprağa bıraktığı sıcak şefkati hissedip sabretmektir. Ve en sonunda sabırla çatladığında, yüzünü güneşe dönerek, hep beklediğin o ışıkla buluşarak büyümektir. Ama öncelikle kabuslarını kabul etmelisin. Kabul etmediğin şeylerin üstesinden gelemezsin. Belki de ben de, bu tabloyla yüzümü nasıl güneşe döneceğimi anladım, öncelikle kabuslarımla yüzleşmeliyim. Ressam da ne kadar kabuslarında resmetse de, ayçiçeklerini çiftliğinin kapısının önünde yetiştiriyor ve onlardan büyülenerek ilham alıyordu.

İsmini de oda orkestraları için bestelenen serenattan alan tabloyu Tanning; otel odalarını samimi ancak yabancı olarak tanımladığı, olağanüstü ve bilinmez güçlerin tehditlerini uyandıran bir havası olduğundan bahsediyor. Ayrıca ürkütücü görünen figürler hakkında; zihnimizle yarattığımız ve gerçekliğiyle yüzleşmeye korktuğumuz için derinlere saklayıp imgelere dönüştürdüklerimiz olduklarından bahseder. Tabi o basitçe, bu durumu herkesin kendine özel kabuslarının, hayal güçlerinin bir yansıması olarak sunulması olarak tanımlıyor. Bana kalırsa ressam, derinlerdeki bu imgeleri tablo üzerinde figürleriyle açığa çıkarmaktadır.Canlanan imgeler, dönüp dolaşan senaryolar yaratmak yerine artık yüzleşilmiş donuk bir tablo olarak kendini duvarda asıyor. İşte böylece sanat bir insanın daha hayatını kurtarıyor. Kabuslar yüzünden kendini asmak yerine, sanatçı kabusunu asıyor. Şimdi, bu tabloyu kendi hayal gücümle incelediğim bir yazıyla iç içe şekilde, aynı zamanda üstünü başka kabuslarla örttüğüm, başka kabuslara saplanıp asıl sorunlarımdan kaçtığım her şey ile yüzleşeceğim. Siz de bir okuyucu değil, tanık ve tanık olduğunuz kadar da ortak olacaksınız. İzleyip, eylemsiz kaldığınız her kabusun ortağısınız. Eylemsizlikle, pasiflikle gizlice izin verdiğiniz her suçun da ortağısınız.

“Henüz kan düşmemiş bir koridor, hayaletlerin kanı akmaz… Dört kapı, biri aralık. Mevsimlerden değil, zamanlardan aralık. Odadan çıkmak ve odaya geri dönebilmek arasında bir zaman. Sağ kalmak veya koridor tarafından yutulmak arasında bir aralık… Işık süzse de, koridorun her yerini aydınlatacak mı? Modern bir otel, biraz resmi… Ve biraz da eski. Eskimiş anıların, gelip bir türlü gidemeyen misafirlerin sahibi. Lutheryan değerlerle büyüyen bir kadının, ahlaksız oyuncak bebeği. Dördüncü kapıda… Sarı saçları henüz incitilmiş yapay bir mısra. Ee her ressam biraz da şairdir aslında… Dimdik başı ama uykuda, özgür diriliği ve oyuncaklığın cansız ahlakıyla… Çocukken ne çok masal okudular bize, kimse yaşamdan bahsetmedi. Prenses bebeklerimiz vardı, oysa büyüdüğümüzde soyunan cansız oyuncaklara dönüştük sadece. Koridorda saçları havalanmış kız çocuğu…

“Sen gerçek değilsin,
Oyuncaklar gerçek.
Sen gerçek değilsin.

Oyuncaklar gerçek.”… sonsuza dek yankılanacakmış gibi bu otelin duvarlarından kulaklarıma. Rüzgar dolaşıyor tavanlarda, karşı koyamıyorum… İçimden doğan ve beni lanetleyen bu büyülere karşı koyamıyorum. Ama daha… Daha önümde çok uzun yıllar… Sonsuza dek bir kız çocuğu gibi rüzgardan korkarak rüzgarda savrulamam…. Güçlenmem gerek, oysa önümde bir ayçiçeği. Yapraklarından biri merdiven basamağındaki tutam. Bir saç tutamı kadar sarı, kırmızı üstünde sarılaşan tonlar, yaşamın üzerinde zorluklarla tükenmiş tenler kadar… Kökleri kadar korkusuz değil çiçekler, sıkılgan ve kırılgan. Çatlak duvarlar da güven vermiyor, sanki doğa bile kanmış hayaletlerin oyununa. Yemyeşil duvar bile artık sağlam değil, çiçeklenmek için geç kaldı yapraklar… Ne hatırlatıyor? Neden kendi büyüleriyle lanetler bir insan kendini? Neden bu kadar suçlu hisseder ve yalnız? Çünkü tek yoludur bu, affedilmenin ve kendini affetmenin özgürlüğünün… Oysa ilk lanetin hiçbir zaman kendine doğmaz, içinden başkalarına doğan her şey sana döner. Her şey senden sana, anla… Hayatını sadece güzelliklerin olduğu bir bölümü vernikleyerek sunamazsın, bütünüyle yaşayacaksın, anla…

Ressam hayatını tablolarıyla anlatırken ben kelimelerle anlatabiliyorum, bazen de besteleri, anormal sanatçıların psikolojilerini, sayıları, resimleri ve yıldızları okuyarak…Ben hayatımı tek kelimeyle anlatacak olsaydım “sen” derdim. Sadece sen, onlarca sen, yüzlerce sen, milyonlarca sen.. Senin hayatın, senin arkadaşların, senin arkadaşlarının zorbalığı ve senin tanıklığın… Pasif katılımcılığın… Beni benden ayıran tanıdığım ilk sen, sonra da senin devamındaki senler, beni döngülere sıkıştıran… Ellerimdeki yaraları uyandıran sen… Tutunmak ve tutunduğum her şeyi yakıyorum, sevdiğim her şeye kızgınım, sonra da öldürdüğüm her şey için suçluyum ben arasında… Kapı numaralarındaki sayılar kadar zalimdik hepimiz de inan… Kaç yaşında olursak olalım, eylemlerimiz kadarız, yaşlarımız kadar değil. Bilerek veya bilmeyerek yaptığımız her şeyden sorumluyuz, çünkü önce vicdan kilitler ellerinii sonra da zaman. Ne zaman kilitler peki? Neyi neden yaptığını bilmeden yaptığında, sonuçlarını senin yaşamayacak olmanı sanmana güler en çok vicdan… Ve bunu izlemekten de zevk alır sonra.

Unutmak istedim, unutmak da değil silmek istedim. Silmek de değil, yok olmak istedim. Bugün söylediler daha, hayaletler değil, hakikatler onlar. “Unutma, unutulan her şey tekrar hatırlanır. Unutursan, hatırlarsın, unutma. Kabul et, ve bir daha hatırlamak zorunda kalma.” Hayatlar boyu taşıdığım karmalar, özümü hatırlamam için geçmem gereken yollardı sadece. Bir an durdum, kendimi hatırlamaya çalışıyorum? İlk yenilgimde, pes ettiğim varlığımı hatırlamaya çalışıyorum. Ya hep ya hiç olan dünyamda bir kez hiç olmuştum artık, tekrar hep nasıl olunurdu? Gerçeklerim uyandı, üstünü örtmek için milyonlarca farklı sen ve kabusla örtmüştüm üstünü. Daha hafif gelen kabusları hatırladım bilerek ve bundan beslendim yıllarca. Sen aslında öyle güzel ayırmışsın ki benden beni, bana aslında her şeyin ben olduğunu gösterdin. Tüm diğer sen’ler gibi.

Sen kim misin? Birinin hayatında, onu ona gösteren başka birisin.

Bazen duygularımız ve düşüncelerimiz, kendimizden daha değerliymiş gibi davranıyoruz. İntihar ipleri duygularla örülür…  İşte, böyle tüketiriz kendimizi. Kendimizi değerlendirmeyi bilmiyoruz belki de, çünkü kanıtlamakla meşgulüz. Etiketi olan son moda bir oyuncak bebekmişiz gibi…  Hatırlanabilmek ve canım yandığımda canlarını yakabilmek için başkaları için öldüğümde anladım. İlk yenilgimde neden pes ettiğimi anladığımda, kendimden nasıl vazgeçtiğimi hatırladım. Ve sonra hayatıma giren her şey, bana kendimden vazgeçtiğim günü hatırlatsa da, ben gizlenecek başka anlamlar hatta kabuslara yorumladım. Ama sonra gülümsedim kendime cam aynaya bakıp… “Merhaba matruşka bebeği, neler saklamışsın içinde öyle… Unutulan her şey de bir rüya kadar yakındı hatırlanmaya. Merhaba matruşka, ne çıkarsa çıksın senden, seveceğim hep inan. Sadece kendine inan.”

Kırmızı halı üstünde zalim bir çiçek anlattı.
Büyümek için karanlıkla barışıp
Güneşe teslim olmalısın.
Çocukken anlatılan masallara gülmeli
Kabuslar içindeyken aşık değil
Maceracı ve zeki olmalısın
Kapıda seni bekleyen cansız oyuncaklarını artık atmalısın.
Ellerinle tutsan da
Gözlerinle bilmediğin hiçbir şeye inanmamalısın.
Kimse seni duymuyor. senin duyduklarını da.
Sen de çığlık atmayı bırakıp,
İçindeki ritmi duymalısın.
İçindeki ritim nefes nefese bir öfke olsa da
Onu duymalı ve dağılmak yerine
Dağıtmalısın.
Toz duman kalbine yas’ladığın cenazeler yerine
Öldürdüğün dirilerle tekrar yaşamalısın.
Öldürdüğün her sen, senden bir parça aslında.

Son, ilk’de gizlidir.
Sesleri sildim kulaklarımdan
Bir düğüm gibi yapışmışlardı yalnızlıktan.
Bana verdiğin annenin saatinin manasını anladım.
Zaman durur bir döngü iç içe büyümeye başladığında.
Üstünde birikir tecrübeler,
Sen enkaz altında boğulduğunu sanarak
Her an yeni depremler yaratsan da.
Doğum günüm değil bugün
Sahte hediyeler yok,
Özel bir gün de değil
Kırmızı bir şal nedir biliyorum artık.
Boynuma dolanan kabuslarımdan da özgürüm artık.
Ayçiçeklerini tanıyorum artık
Senden sonra
Düşmanlarım dost oldu,
Dostlarım da düşman…
Sonra her şeyle barıştım,
Dostlarla da düşmanlarla da.
Kaçmak için deli gibi koştuğum
Ve bilerek düşüp dizlerimi kanattığım sokaklar…
Kaçtığım sokaklar ve insanlar…
İlkler, devamları ve sonları…
Yanılsamaları ve yansımaları…
Barışmadım da, olduğu gibi bir boşvermişlik üstümde.
Bileklerim yanmıyor, midemde zehirler dolaşmıyor,
Kalbimde bir ürperti dolaşmıyor artık.

Üst üste ve iç içe origami gibi kıvrılan bedenlerim
Yaralarımı görürsem iyileştirebilirim değil mi Dorothea?
Kabuslarını gördüğünde onları sanata dönüştürdüğün gibi?

Sürreal bir hakikatim ben,
Reddemeyeceğin kadar alımlı bir intihar mektubu değil,
İstersen reddebileceğin,
Ama sonra tekrar kabul edilebilmek isteyeceğin sen’im ben.
Sen kadar sen’im…
Yılbaşında benimle sustuğun o geceyi hatırla.
Arkadaşlarımız içten içe düşman olduğunda,
Birbirimize kalan boşlukta, senin kaldığın yalnızlığı hatırla.
Kaderi duygular değil, gerçekler çizer.
Tabloları ressamlar değil, yaşananlar çizer.
Ve asılan tablolar değil,
Kutsanmış hayaller.
Ne kadar vahşi görünürse görünsün,
İçinden doğan her şey,

E S E R…

Adelina Gençoğlu
Önceki İçerikEvrene ulaşan derin güç; “Konuşmak”
Sonraki İçerikMerve Köken’in yeni keşfi: “Bir Hatıra-i Pejmürde”
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments