Gizemlerin Kızı: “The OA”

0

Düşünün ki görme engelli kızınız yedi sene boyunca ortadan kayboluyor. Sonra bir gün sapasağlam karşınızda duruyor, üstelik gözleri de açılmış. Ancak sırtında tuhaf yaralar var. Gözlerinin nasıl açıldığını ve yedi senedir nerede olduğunu da ısrarla anlatmıyor. Küçük bir kasabada yaşadığınız için de vaka herkes tarafından biliniyor. Nereye giderseniz gidin, sorgulayan bakışlarla karşılaşıyorsunuz. Bazıları kızınızın durumunu mucize olarak nitelendirirken, bazıları da korkutucu buluyor. Çaresizliğin en derin sularında bir anne ve baba Nancy ve Abel Johnson. Bu çaresizlik dizinin ilk sezonuna çok iyi işlenmiş. Diziye adını veren OA yani Prairie Johnson ise gizemli bir sarışın. Aslında bir Rus, adı da Nina Azarova. Buna rağmen, Amerikalı bir anne ve babaya sahip. Sır gibi sakladığı kayıp yıllarını ise FBI’a bile anlatmayacak kadar da kararlı. Aklınız karıştı değil mi? Bu daha ne ki!

The OA, öncelikle ismi ile ilgimi çeken bir Netflix dizisi. İlk bölümünden itibaren de merak duygunuzu yüksekte tutuyor. Üstelik Prairie/Nina yani OA karakterine hayat veren Brit Marling, dizinin hem senaristlerinden hem de yapımcısı. Dizi boyunca da “yaşamış da yazmış senaryoyu” dedirtecek kadar iyi bir performans sergiliyor. Tüm karakterlerin de benzer bir sahicilikle rollerinin hakkını vermeleri inanması zor hikayenin en büyük gücü oluyor. Dizinin yapım şirketlerinden biri de Brad Pitt’e ait. Ardında güçlü bir ekip var. Netflix dizinin türünü; bilim kurgu, gizem, gerilim, drama olarak belirtmiş olsa da fantastik yönün ağır bastığını söylemeliyim. Ancak senaryonun işlenişi ve bilim insanı kimliğindeki Dr. Hunter (Hap) dizinin bilim kurgu yönünü de destekliyor. Hap, aslında kaybolma hikayesinin de baş kahramanı. Bir nevi dizinin kötü adamı ve sinir katsayınızı tavan yaptıran bir takıntısı var. Bu takıntı üzerinden de konu olağanüstü olaylara bağlanıyor.

Dizi, Prairie’nin bulunması ile gelişen olayları, OA adını da aldığı kayıp yedi yılına geri dönüşlerle işleyen bir yapıda ilerliyor. Geldiği günden beri dilinden düşürmediği, rüyalarında gördüğü biricik aşkı Homer ile buluşmak ise tek hedefi. Ancak Homer’ın kim olduğu, gerçek olup olmadığı bile bilinmiyor. Sır küpü kızımız, tüm işbirliği tekliflerini geri çevirince, FBI kendisine bir terapist atıyor. Terapist ile görüşmeler sırasında kayıp yıllara dair detayları da almaya başlıyoruz. Esas bilgi ise yaşamına giren yeni arkadaşları ile izleyiciye aktarılıyor.

Prairie, çektiği bir video aracılığıyla kendisine yardım edecek beş kişi arıyor. Çünkü inandığı gerçekliğe dönebilmesi için yapılması gereken beş temel hareket var. Bir nevi dans koreografisi olmakla birlikte, bir ayin niteliğinde. Bu hareketler yeni boyutların anahtarı ve derin bir adanmışlıkla, beş kişiyle yapılması gerekiyor. Prairie, yol arkadaşlarını bulduğunda da birçok sosyal ve bireysel sorunu da işleyen bir derinlikle karşılaşıyoruz. Aradığı beş kişi ise, yaşadığı kasabanın lisesinden dört öğrenci ve bir öğretmenden oluşuyor. Onlar, kader birliği yapmışçasına, inanması çok zor bir hikayenin de ilk tanıkları oluyorlar. Anlattıkları ile yeni arkadaşlarını da hayrete düşüren Prairie ile aralarında gelişen dostluk ve farklı bir sırrı paylaşmanın getirdiği güven duygusu ise çok iyi işlenmiş. Karakterler birbirinden çok farklı, orijinal ve bazen de sıra dışı. Hikayenin en can alıcı detayı da tamamen farklı bu insanların, gittikçe yükselen bağlılıkları ve farklı varyasyonlarında birbirlerinin yaşam planlarında olma ihtimalleri.

Karakterlerin zaman zaman konunun önüne geçmesi de hikayenin absürde varan bazı taraflarını dengeliyor. İlk sezonun sürpriz bir finali var ve ikinci sezon çok farklı bir başlangıçla izleyiciyle buluşuyor. Özellikle başrol niteliğinde yeni bir karakter de ekleniyor: Özel dedektif Karim. Önce ilk sezondaki insanlara ne olduğunu anlamıyorsunuz ve Nina Azarova’yı görene kadar da yeni bir dizi gibi izliyorsunuz. Ancak sonradan daha yüksek bir merak duygusu sizi ele geçiriyor. İlk sezondan bütün bildiklerinizi, yeni bölümlerle bağlamaya başlıyorsunuz. İkinci sezonun kurgusunda kullanılan oyunlaştırma öğesi ise senaryonun gücünü artıran detaylar arasında. Macera duygusu ikinci sezonda daha yüksek tempoda hissediliyor. Bazı sahnelerde kaptırıp, gerçeklik algınızı kaybedebilirsiniz benden söylemesi. Üstelik, “bu kadar da olmaz artık” dediğiniz sahneler de olacak. Buna rağmen, merak edip izlemeye devam edeceksiniz.

İki sezon ve toplam 16 bölüm olan The OA için 3. sezonun iptal olduğu bilgisi ise hayranlarını hayal kırıklığına uğrattı. Dizinin, Netflix’in Hollywood’daki genel merkezinin önünde protesto amaçlı açlık grevi yapan bir hayran kitlesi bile oldu. İlerleyen dönemde bir sürpriz karar çıkar mı bilemeyiz. Çıkmasa bile izlemeye değer, sonrası da hayal gücünüze kalmış.

The OA, özellikle ölüm konusunda farklı düşünmenizi sağlayarak, ölümün bir son olmadığını değişik bir lisanla algılatan bir yapım. Aslında diziye dair söyleyecek çok fazla şey var fakat bazı ipuçları, konunun gizemini kaçırabileceğinden izlemek isteyenlere haksızlık etmek istemem. İzlemiş olanlar da zaten beni anlayacaklardır. Son söz: Cesurca işlenmiş bir bakış açısı ile ölüm üzerine düşünmek ve yeni varyasyonlarınızı keşfetmek isterseniz The OA tam size göre.

İyi seyirler…

Tuğba Uzüğüten
Önceki İçerikArter’de Hareket Atölyeleri: “Çıplak Ayaklar’la Dans”
Sonraki İçerikSpotify’ın kuruluş hikayesi dizi oluyor
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments