Masumiyetin Ölümü Yahut Yasak Elmanın Kurdu

"Yasak elmayı yedik gecenin karanlığında. Her şey o kurtlu elmadan sonra oldu zaten. Havva’nın suçu gibi görünür ama olay Adem’de."

0

İstanbul soğuk, kasvetli ve de yağmurlu. Dört bir yanım engellerle çepeçevre kuşatılmış. Öte diyara geçmek için yalvardığım bekçi, beni her seferinde geri çeviriyor; “Gümüş ya da altın diyor, yoksa geçemezsin”.
Karanlık kalabalığın içerisinde sağa sola yalpalıyorum; bir samana dönüşüp yer bulma umuduyla, ama yok. Çığlıklarımı kalabalığa tükürüyorum; “Bozukluğu olan var mı?”Ancak kalabalık o kadar bozuk ki, bozuklukları kalmamış karanlığın örtüsünde.
Bir çarşafa takılıyorum sonra. Kalabalık yok oluyor aniden. Bu kez çığlıklarımı kalabalığın karanlığı değil çarşafın beyazlığı yutuyor. Çığlıklarımı geri almaya çalışsam da nafile. Bir kalabalık yutuyor önüne gelen her şeyi, bir de bembeyaz çarşaf. Ölümün rengi gibi beyaz, kefen gibi sarıyor bedenimi. Nefes alamadıkça itiyorum beyazı. Yüzüme yapışıyor maske olup kaplıyor burun deliklerimi, dudaklarımı… Soluğum kesilirken yüreğim gümbür gümbür.

* * * * *

Uyandım… Yine farklı bir yatakta uyanmanın kâbus haliyle… Yanımda sarhoş geceden kalma bir adam, uyuyor. Demek fazla çığlık atmadan atlatmışız bu kâbusu, bu da yeğdir… Uyku bütün canlıları mı masum gösterir? Ölüme benzediği için mi uykuda masumiyet vardır? Seyretmeye dalıyorum bir süre rüya sarmalında hareket edip durmaktan olan göz bebeklerini. Bir yandan da içime çekiyorum ki zihnime kazınsın teninin kokusu. Dün geceki vahşi canavara benzemiyor şimdi pencereden sızarak yüzlerimize vurmakta olan gün ışığında. Teninin kokusu burnumun derinliklerine doğru ilerlerken, gözlerim boynuna takılıyor. Nefes alıp verirken boyun damarları ne kadar da korunmasız. İçimdeki vampir kulağıma fısıldıyor; “Şşşt! Saçmalama. Gün ışıdı artık, canavarlar uykuda.” Etimi acıtan, kanatan o adam bu muydu diye diye soruyorum kendime. Masumiyeti öldürdük tenlerimizi, terlerimizi birbirine katarken. Ama masumiyetin ölümü belki de hiç bu denli güzel, bu denli tutkulu olmamıştı.

Yasak elmayı yedik gecenin karanlığında. Her şey o kurtlu elmadan sonra oldu zaten. Havva’nın suçu gibi görünür ama olay Adem’de. Yalnızca karnı acıkan Havva’mıydı Tanrı aşkına! Beraber yediler o elmayı ama bence kurtlu kısım Adem’e denk geldi. Adem’in canı çekmese Havva zorla yedirebilir miydi o elmayı Adem’e? Her neyse konuyu uzatmamak gerek. Peygamber olarak anılan kişiler yediyse o elmayı, soyunun soyu olan insan kavmi de elbet bir şekilde ısıracak o kurtlu elmayı.

Bunlar zihnimden geçerken, buruk bir gülümseme dudaklarımdan sallanırken düşünüyorum; öyle korunmaya muhtaç görünüyor ki. Dün gece zihnimde önce dialara, sonrasında ise filme dönüşüyor. Duvardaki gölgeler, çarşafın gerilişi, yer düşen giysi parçaları, sehpada içmemizi bekleyen kahvelerden süzülen dumanlar… Gece gördüğün ama unuttuğun bir rüyayı gündüz yavaş yavaş, bölük pörçük hatırlamaya başlamak gibi dökülüyorlar zihnime. Sanki gerçek değil; rüya ya da hayallerin içinden; anlamsız, birbirinden bağımsız parçaların projeksiyondan duvara yansıtması gibi. Üstelik çığlıksız uyandığım bu sabahki kâbusum tüm bu sahnelerden daha gerçek sanki.

Bedenimde sızlayan, ağrıyan bölgeler sinyal veriyor. Adamı uykusuyla baş başa bırakıp kendi bedenime, alarm veren bölgelere yöneliyorum. Durumun vahametini anlamak için yorganı sıyırıyorum biraz. Yorganın altından çıkan morluklar sızıların nedenini açıklıyor. Gözlerimi kapıyorum, darp izleriyle bezeli bedenimdeki ağrılara sarılıyorum. Ağrılar gerçekliğin yegane kanıtı sanki, dün gecenin çimdik atmadan rüya olmadığını bana kanıtlayacak görselleri. Gözlerimi bir anlığına kapattığımda dahi ağrıları hissetmediğimde yalnızca bir rüyanın parçalarına dönüşüyorlar yine. Rüyalarda ten sızlar mı peki?

Gözlerimi tekrar açıyorum. Yanı başımdaki ölüme yakın konumdaki adama çeviriyorum gözlerimi tekrar. Bedenimdeki izlerin müsebbibi bu adam mı diyorum kendi kendime. Saçını okşuyorum, parmaklarım rüyasını okşuyor. Hafifçe başını diğer yana çeviriyor ancak uyanmıyor, rüyalar aleminin derin çukurlarında halen.

İkimiz de sarhoştuk, evet. Ne kadar içtik, eve nasıl geldik, üstümüzü nasıl çıkardık hiç hatırlamıyorum. Genelde bu detayları anımsamakta ustayımdır ancak bu kez büyük boşluklar var datada. Tek hatırlayabildiğim tenimin onun tenini deli gibi arzuladığı. Kurgusu yapılmamış, bölük pörçük sahnelerde kıyamet kopuyor bedenimde, tüm hücrelerim adeta arafta toplanıyor surun sesiyle. Önce cehenneme, sonra ise cennete dönüşüyor içinde debelendiğimiz yatak. Ölüp ölüp tekrar tekrar dirilmek gibi hissetiriyor en çok. Teninin en küçük parçasını dahi tenimde her hissettiğimde bedenim alev alıyor adeta. Sonra alevlere dalgalar vuruyor ve tenim yağmalanıyor her defasında. Benim dalgalarım onun kıyılarına, onun kıyıları benim dalgalarıma vururken, okyanuslar denizlere, denizler nehirlere kavuşuyor…

Benim beynimde gecenin kurgusu oluşmaya çalışırken, o halen uyuyor. Ne bakmaya ne de dokunmaya kıyamıyorum. Halbuki kurgusu yapılmamış sahnelerin bana hatırlattığına göre onun bedeninde benim tırnaklarımın bıraktığı izler de olmalı. Belki diğer tarafa geçip yorganı hafifçe onun sırtından sıyırsam kendi izlerimi de görürüm, tıpkı onun benim bedenimde bıraktığı sızlayan izler gibi…

Nasıl bu kadar şiddetlenmiştik? Delirip “iz”daş olup nasıl birbirimizin tenine bu denli zarar verebilmiştik? Acaba içki miydi bunları yapan yoksa başka bir şeyler miydi? Ne düşündüğünüzü tahmin edebiliyorum ama hayır. Hiçbir uyuşturucu ile dans etmedik dün gece. Ya tenlerimizin bizden bağımsız birbirine kenetlenişiydi bu, ya içkinin azizliği ya da karanlığın cazibesi… Belki de hepsi… Emin değilim…

Tanrım ne kadar da masum görünüyor… Çarşafın altında kanatları da var mıdır acaba diye düşünüyorum. Ama hayır. O bir melek olmamalı; melekler acıya, ölüme mahkûmdur. Gecenin karanlığında büründüğü canavar maskesi yok oldu. Hatta yalnız onun değil ikimizin maskeleri de sabahla birlikte düştü. Gün yavaş yavaş ışırken canavarlarımız çarşafın ya da yatağın altına saklanırken, bizler uykunun kucağında tekrar masumiyete döndük. Karanlık ve içkinin ortaya saldığı Mr. Hyde’larımız yorganın altına çoktan kaçtı. Şimdi o uyurken, bense onu izlerken gece savaş meydanına dönen bu yatakta, o kadar masumuz ki. Ne kadar aptalca, ne kadar da saçma! Gecenin karanlığının örtüsünün bize verdiği bu cesaret nereden gelip sonrasında bir veda etmeden nereye saklandı acaba? Güney Kutup Noktası’nda küfelik olsak; maskelerimiz daim olup pişmanlıkların sırtımızdaki ağırlığından mütemadiyen kurtulur muyduk acaba?

Birbirimize verdiğimiz gecenin karanlığı altındaki anlaşma çoktan sona erdi. Kalkmalıyım. O masumca uyurken; ben masumiyetimi geri kazanmışken giyinip gitmeliyim. Canavarlarımız tekrar uyanmadan, güneş pişmanlıkları yüzümüze tokat gibi çarpmadan çıkmalıyım bu evden. Dün gece masumiyeti hunharca katlettik ancak gün ışığıyla beraber yeniden saflığa doğduk. Uyuyup uyandığımıza göre, ölüp dirilip temizlenmiş sayılmaz mıyız söylesene? Bu yeni masumiyette birbirimizin hayatında yalnızca geçmişe dair bir tırnak izi ya da bir morluğuz. Tekrar karşılaşana, tenlerimiz tekrar birbirini arzulayana ya da tüm granüllerimiz içkiyi hissedip cesurca canavarlarımızı tekrar dışarı salana dek iki masum insanız yine. Ve birbirimize dün gece karanlığında ne kadar yakınsak, bugün gün ışığında o denli uzağız artık. Aramızdaki mesafe uyandığı zaman daha da artacak, öyleyse mesafe henüz şehirlerarasına ulaşmadan sızılarımı, morluklarımı alıp gitmeliyim bu yataktan, odadan, bu evden… Kurtlar etrafımızı sarmadan, beynimi ele geçirmeden gitmeliyim bu adamdan…

Gizem Şimşek Kaya
Önceki İçerikErsen Dadaşlar: “Müzik, 70’li yıllarda sevgi, saygı ve dostluk demekti”
Sonraki İçerikYargılayan Kapı
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments