Müziğin karanlık tarafı!

"Şurası çok açık ki, sanatsal üretimde anlaşılmak üretimin bir ön koşulu değildir. Fakat bilindiği gibi bir sanat ürünü sanatçının evrensel, siyasal, toplumsal, politik ve benzeri birçok alandaki duygu veya düşüncelerini ifade etme arzusunun bir sonucu olarak ortaya çıkar."

0

“There is no dark side of the moon really, matter of fact it’s all dark…”

1973 yılında müzik tarihinin belki de en akılda kalıcı, felsefi ve eleştirel albümü yayınlandı. Albümün adı “The Dark Side of The Moon” idi. Pink Floyd’un ellerinde hayat bulan ve her seferinde tüyleri diken diken edebilen bu enfes albüm çığlıklar ve kalp atışlarıyla başlayıp Eclipse parçasında yer alan ve bu yazının girizgâhına da vesile olan o derin sözlerle son bulur.

“Aslında ayın karanlık tarafı diye bir şey yoktur, ayın tamamı karanlıktır…”

Bilindiği gibi bu efsanevi albümün tamamı insanlık için yapılmış eleştirel bir bakışı temsil eder. Ayın karanlık tarafı düşüncesi, bir metafor olarak insanın içinde açığa çıkmak için fırsat kollayan karanlığa, Roger Waters’ın deyimiyle bir tür çılgınlığa atıfta bulunur: aydınlık yan ise hayallerden, beklentilerden, var oluşa yüklenen anlamlardan ve de hedeflerden örülü bir perdedir. Albümde yer alan tüm parçalar bu felsefi alt metni ifade etmeye çalışan bir cümlenin sözcükleri gibi art arda dizilir ve şairane bir biçimde son bulur. Albümdeki enstrümantal derinlik ise bütün bu ana fikri sırtlayıp bambaşka bir boyuta taşır. Ne eksik ne de fazla, olması gereken her şey tastamam yerindedir; albüm sözel, görsel, işitsel ve düşünsel anlamda bir bütün olmayı başarır ve kısa bir sürede ortalığı deyim yerindeyse kasıp kavurur. Sadece Amerika’da 15 milyondan fazla, dünya çapında ise 45 milyon civarında kopya satılır ve neredeyse 15 yıl boyunca da müzik listelerinden düşmez. Günümüzde ise, en fazla dinlenen albümler arasındaki yerini hâlâ korumaktadır.

Peki bütün bu başarı bir rastlantının sonucu olabilir mi? Yani kuş gelip taşa mı çarptı?

Elbette hayır!

Bilindiği gibi 70’ ler, ilerici düşüncenin, dünya barışı söylemlerinin, sosyalist ve çevreci fikirlerin, siyasi çerçevedeki kadın haklarının tartışıldığı ve toplumsal bilincin köklü bir değişime uğramaya başladığı alışılmadık bir yöne doğru, bir başka deyişle modernleşmeye doğru evrildiği bir dönem olarak kabul edilir. Albümün kurgusunda tüm bu düşüncelerin ve akımların etkisi olduğu elbette düşünülebilir, ancak işin gerçeği The Dark Side Of The Moon bu dönemin sonlarında değil tam aksine hemen başlarında kaydedilmiştir. Küresel ölçekteki ekonomik çalkantıların yanı sıra, özgürlük ve eşitlik kavramının dünya gündeminin merkezinde olduğu, savaş karşıtı hareketlerin başladığı, sosyalist düşüncenin toplumlara nüfuz ettiği, feminizm tohumlarının filizlendiği ve elbette Neil Armstrong’un aya ayak bastığı oldukça sıra dışı bir dönemin, yani 60’ların hemen ardından. Özetle dünya toplumlarının “düşünmek, anlamak ve harekete geçmek” ile meşgul olduğu bir dönemde.

Ancak her şeye rağmen, tek başına bir müzik albümü olmanın yanı sıra, aynı zamanda eşsiz bir sanat eseri olma özelliğini de taşıyan “The Dark Side Of The Moon” öz bakımından insanın pragmatist tarafını yani bir bakıma karanlık yönünü perdenin gerisinde bırakmaz, aksine o perdeyi aralar ve tıpkı ayın kendisi gibi, insanın da görünen aydınlık yanının aslında her zaman insan benliğinin tamamı olmayabileceğini oldukça fütüristik bir bakış açısıyla söylemekten de geri durmaz.

Neden The Dark Side of The Moon?

Bu efsanevi albüm müzik dünyasında birçok bakımdan önemli bir yer tutar. Ancak kısaca özetlemek gerekirse; bir bütün olarak sosyolojik ve felsefi derinliğe sahip bir ana fikri ifade etmesiyle ve sanatçının müziği araç olarak kullanarak düşüncelerini ifade edebilme biçimi ile bu eylemin önemi hakkında tartışmasız bir örnek oluşturur. Dolayısıyla albüm bir araç haline gelerek onu üreten ve dinleyen arasında dolaysız bir bağın kurulabilmesini ve bu sayede sanatçının düşüncelerini ifade edebilmesine olanak sağlamıştır.

Şurası çok açık ki, sanatsal üretimde anlaşılmak üretimin bir ön koşulu değildir. Fakat bilindiği gibi bir sanat ürünü sanatçının evrensel, siyasal, toplumsal, politik ve benzeri birçok alandaki duygu veya düşüncelerini ifade etme arzusunun bir sonucu olarak ortaya çıkar. The Dark Side Of The Moon albümü de işte böyle bir birikimin dışavurumudur. Sunulduğu toplumların içinden geçmekte olduğu dönemin ve elbette kitlelerin sosyo-kültürel durumlarının, ifade edilmeye çalışılan fikirlerin anlaşılabilmesinin önündeki engelleri ortadan kaldırdığı kolaylıkla söylenebilir. Şu hâlde anlaşılabilmek sanatsal üretimin bir ön koşulu olmasa da üretileni anlayabilmenin bir takım ön koşulları olduğu rahatlıkla kabul edilebilir. Öyleyse kimi durumlarda, sanat ürününün sunulduğu toplumun sosyo-kültürel statüsü, sunan ve sunulanın karşısında durmaksızın yükselen bir tür “duvara” da rahatlıkla dönüşebilir.

Müzik gerçekten metalaşıyor mu?

Hiç şüphe yok ki yukarıda sözü edilen türden bir müzik anlayışı -özellikle Türkiye’de- yok olmaya yüz tutmuş durumda. “New Music Friday” dünyasında bu üretim biçimine ne yer ne de zaman kalmış görünüyor. Daha hızlı üretebilmek, daha kolay ulaşılabilir ve daha fazla tüketilir olabilmek her geçen gün müzik sektöründeki başarının olmazsa olmazı haline geliyor. Bilinirlik ve kısa yoldan şöhret olmayı hedef tahtasına koyan anlaşmalı ya da bağımsız müzik üreten grup veya sanatçılar içinse bu çukur gün geçtikçe daha da derinleşiyor ve içinden çıkılmaz bir hâl alıyor.

Müzik üretimi tıpkı endüstriyelleşmiş her üretim biçiminde olduğu gibi sadece tüketildikçe üretildiği kültürel ya da ticari alanın içerisindeki varlığını koruyabilecek olma endişesine kapılıyor. Gün geçtikçe toplumsal veya kültürel farklılıkları gözetmeyen, genelin ortak paydasına oynamak dışındaki amaçları öteleyen veya hiç taşımayan, aşırı dozda popülist bir eğilim müzik dünyasına hızla enjekte ediliyor. Müzik üretimi endüstrileştikçe düşünsel yanı hafifliyor ve maalesef metalaşıyor. Elbette metalaşan her şeyde olduğu gibi müziğin de kaderi sanatçının ellerinden kayıp “pazarın” acımasız avuçlarına düşüyor.

Peki ya ötekiler?

Bir grup “öteki” hâlâ yazıyor, çiziyor, söylüyor ve direniyor.

Nasıl mı?

Kimileri bu sonsuz evrendeki yalnızlığımızdan, kimileri termodinamiğin ikinci yasasından, kimileri hayatı keşfetmekte olan 21 ismindeki bir gençten ve kimileriyse Sokrates’in ölümünden söz ediyor ve bu uğursuz rüzgârın karşısında ayakta kalabilmekle meşgul oluyor.

Bukowski’nin söylediği gibi:

“Her insanın hayatında vazgeçmekle direnmek arasında bir seçim yapmaya zorlandığı anlar vardır. Ben direniyorum.”

“Ötekiler” direniyor…

Önceki İçerikTiyatro sahnesinde Monica Bellucci rüzgârı “Maria Callas” estirecek
Sonraki İçerikKezzo’dan yeni EP: “Uzun Yolda Hip-Hop”
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments