Sirkeyi Tadanlar | Birinci Bölüm: Çin’in Üç Büyük Bilgesi Ne Anlatıyor?

0

Sirkeyi Tadanlar

1.Bölüm

Çin’in Üç Büyük Bilgesi Ne Anlatıyor?

Geçenlerde Çin’in üç büyük bilgesi Konfüçyüs, Lao Tzu ve Buda’nın alegoriyle bir araya getirildiği “Sirke Tadanlar” adlı resme daldım uzun uzun. Estetik açıdan naif bulduğum için istihkarla gülüp geçecekken, detaylara dikkat ettikçe anlam kazandığını fark ettim.

Tuhaf, dopdolu anlatımıyla insanı ele geçirip içine çeken bu resimde üç bilge bir sirke fıçısının başında toplanmış, sirkeye batırdıkları parmaklarını yalıyorlar. Yüzlerinde kendilerine özgü ifadeler var. Daha doğrusu, her birinin ifadesi kendi felsefesini yansıtıyor. Bir metafor olarak kullanılan sirke aracılığıyla, yaşamın tadını nasıl bulduklarını anlatıyorlar bize. Buda pek hoşnut görünmüyor. Konfüçyüs yüzünü ekşitmiş, Lao Tzu ise huşu içinde tebessüm ediyor. Belli ki yüreği sevinç ve şükranla dolu. Yüzü öyle tatminkar bir gülümsemeyle aydınlanmış ki sanırsın sirke değil bal tattı az önce.

Yaşamın tadı konusunda uzlaşamadıkları için, üç felsefenin asli yönelimlerinin de birbirinden radikal ölçüde farklı olabileceği geliyor akla. Oysa pek de öyle değil. Felsefelerini, insanca yönleriyle tekrar gözden geçirince, sebebi daha iyi anlaşılıyor.

Sonradan Buda olarak anılan Siddharha Gautama, Çin kültüründe yetişmedi. Henüz Hint etkisine girmemiş, prensliklerden ibaret olan Nepal’de, feodal yapıda prensliğe karşılık gelen bir mertebede, oldukça konforlu, hatta şatafatlı bir yaşam sürüyordu. Doğuştan sahip olduğu avantajlara rağmen hiçbir şeyin onu yeterince mutlu edemediği tüm o yıllar boyunca, içinde gittikçe güçlenen, karşı konulmaz bir arzuyla yanıyor. Tek derdi gerçeği keşfetmek adına yalıtılmış dünyasını terk edip yollara düşmek. Henüz birkaç saat önce doğmuş olan bebeğini ilk kez gördüğü o gece evini, ailesini, alışkın olduğu rahat yaşamı geride bırakıp ardına bakmadan gidiyor. Bebeği ve karısını yan yana, huzur içinde uyurken görüyor; kucağına almıyor onu, hatta dokunmuyor bile. Belli bir mesafeden kısa bir süre izleyip çıkıyor odadan. Ayrılmak için o günü seçmiş olmasının nedenini anlamak mümkün mü? Belki de yeni doğmuş yavrusunu izlerken, ertelerse bir daha asla yapamayacağını fark etti.

Veda bile etmeden usulca çekip gittiği, yıllar boyu bir orada bir burada gezinip, yol kendisini nereye götürüyorsa oraya ilerlediği bu amansız macerada, ustalarından öğrendiklerini üst üste koyup biriktirdi. Ne var ki aradığını hâlâ bulamamıştı. Son ustası sağlam bir ayar vererek kapı dışarı etti onu; “Artık eğitilemezsin. Sana öğretebileceğim bir şey kalmadı. Ellerim sende boşaldı. Bundan sonrası sana bağlı; git ve yaşa.”

Ümidini kesmiş, ne yapacağını bilemez halde yürürken karşısına çıkan Bodhi ağacının gölgesinde serinleyip, yorgun bedenini biraz dinlendirmek istiyor. Ve ne oluyorsa, orada oluyor. “Ne zaman ki Ben gittim, O geldi” diye anlatmaya çalışmış bu deneyimi: Ne zaman ki arayışım sonlandı, daha önce hiç hissetmediğim bir kabulle bıraktım kendimi, işte o zaman oldu. Sirkeyi tadınca hoşnut olmamasının sebebi de tam burada, yani Budizm’in dünya görüşünde saklı; “Neyse o!” Yaşamın tadı böyle acıysa yüzünün gülmesi beklenemez. Tatlıymış gibi davranmak, gerçeği inkâr etmek olur.

Konfüçyüs ise ekşi buluyor onun tadını. Kurtuluşu eski geleneklerin canlandırılmasında görmüş, erdemin devlet yapısı ve düzeniyle korunması gerektiğini söylemiş bir bilge o. Devlet otoritesini tanıdı, hatta bunun elzem olduğunu dile getirdi. Tabii ki hayalini kurduğu otoriter düzende herkes toplumun refah ve mutluluğunu garantileyecek yetkinliğe erişmeliydi. Bunun için önce kişisel çıkarlar uğruna yürütülen entrikaların terk edilmesi gerekiyordu. Biraz hayalperest, bir hayli de idealistmiş. Kendisi de bunun farkına varmış olacak ki, tıpkı bu resimdeki gibi yüzünü ekşiterek pes edip, felsefesini gelecek kuşaklara aktarabileceği bir okul kurmaya karar veriyor. Belki de gelecekte bu sistemin doğru olduğunu kanıtlayabilecek “ideal bireyleri” yaratmak istedi.

Gelelim Lao Tzu’ya… Uygarlık onun umurunda değil. Kötülüğün kaynağı işte tam olarak bu ideallerinizdir, diyor. Gülümsemesindeki o sarih memnuniyet, her şeyin yerli yerinde olduğunu anlatıyor adeta. Tao bir uyum, akışta olma hali. Lao Tzu’ya göre, kişi hiç kopmadan orada kalabilir. Ama bunu Konfüçyüs’un yöntemiyle, yani insanın kurallarıyla yapması imkânsızdır. “Takip edilmesi gereken, evrensel kuraldır” diyor. Nihayetinde gezegenlerin hangi yönde döneceğinden kuşların göç yollarını nasıl tayin edeceklerine kadar her şey evrensel yasaya uyar. İnsan bu doğal dengeye ne kadar müdahale ederse, Tao’dan o kadar uzaklaşır. Dahası, bu tutumunda diretirse onu tökezletip devirecek olan engeller peş peşe dizilmeye başlar; “Evrensel yasayı ihlal eden, art arda karşılaşacağı zorluklara da hazır olsun.” İşte o zaman yaşamın tadı ekşir. Ama direnç göstermez, Tao’da kalır, yaşamla beraber akarsan, onun da bir öğretmen gibi yanında olduğunu anlarsın. Yoluna çıkardığı her şey yaşanmalı, dersler öğrenilmeli. Yol seni her zaman doğru yere götürür. Sana göre doğru olana değil; olman gereken yere.

O, diğer iki bilgenin ekşi ve acı bulduğu sirke için, “Ekşilik ya da acılık, duruma müdahale eden zihnin takdir bilmeyen yorumudur” ifadesini takınmış. Ama Konfüçyüs’a da haksızlık etmeyelim. Neticede o da tıpkı Tao’da olduğu gibi, bireyin, kendisinin ve dünyanın doğasıyla uyumlu bir denge noktasına yerleşmesi gerektiğini öğretiyordu.

Buda’nın yaptığı, daha önce benzerine rastlanmamış bir şey. O, macerasından makrokozmik bir zaferle döndü ve insanlığa yeni bir yol haritası sundu. Zihni eşik üstüne eşik atlayıp, karşılaştığı tüm ejderleri yenerek sınıra; tüm biçimlerin, tüm deneyimlerin, tüm tanrıların aşılacağı yere dayandı. Son bir “aşma” gerekiyordu ki, bu da yıllar sürdü. Fakat hikâyesi asıl şimdi başlıyordu. Artık iki dünyayı birbirine bağlaması beklenecekti; birinin ilkelerini diğerininkiyle karıştırmadan. Bu yüzden ona “iki dünyanın ustası” deniyor. “Kozmik dansçı, ağırlığını tek bir noktaya yüklemez. Neşeyle, hafifçe döner ve birinden diğerine sıçrar” diyor Nietzsche. Buda en derine indi, oradan geri döndü ve tutsaklıktan kurtuluşu bildirdi.

O, Pisagor ve Ksenophanes’in çağdaşıydı. “Her şeyin birliğini” vurgulayan ilk düşünürdü Ksenophanes. Platon da felsefesinin bir kısmını ondan aldı. Doğu’nun zen ustaları gibi yaşayan Diyojen de yine bu disiplinden yetişti.

Konfüçyüs ve Lao Tzu ise felsefelerini, kendilerinden önceki bilgelerden devraldıklarını söylediler. Çin’i asırlar boyunca yönetmiş olan Zhou Hanedanı’nın çöküş döneminde yaşayan iki bilge, köklü ve göz kamaştırıcı bir kültürle beslendi. Fakat yaşadıkları çalkantılı dönemde hanedanın güç kaybetmesiyle beraber ahlaki bir gerileme baş gösteriyordu. Öne sürdükleri felsefi sistemler, önlerinde yükselmekte olan bu büyük soruna çözüm sundu.

Budizm’de sadece bütün olan kutsal sayılıyor; Kim bütünse, o kutsaldır. Bunun masum olmakla, erdemler ya da günahlarla hiç ilgisi yok. Bütün olan, hepsinden özgürleşmiştir zaten. Kutsal insan, her ne yapıyorsa tamamıyla onun içinde. Onun derinliğinde sadece sessizlik duyulur. Tao ise (açıkça belirtmese de) “Masumiyete geri dönmelisin” diyor. İnsan çocukluğun masumiyetine nasıl dönebilir? Masum doğarız; Bir geçmişi olmayan masumdur. Bizi akıllı yapan ve aynı nedenle masumiyetimizi kaybetmemize sebep olan da bizzat geçmişimiz olduğuna göre, anılar ve deneyimlerle şekillendirdiğimiz her şeyi tekrar mı gözden geçirmemiz gerekiyor? Bu soruyu Lao Tzu’ya yöneltseydik gülerdi herhalde.

Hülasa, hepsinin aynı odaya ulaşmak için farklı kapıları kullandığı anlaşılıyor. Ve şu ortak görüşü paylaşıyorlar: Evrensel ilke en küçük parçada da, en büyüğünde de mevcut. O zaman her şey bütünle örtüşüyor demektir. Ve en küçük birim de bütünü içeriyor olmalı. Hipokrat’ın dile getirdiği şekliyle özetleyecek olursak; “Tek bir ortak akış, tek bir ortak soluma var. Her şey etkileşim içinde.”

“En küçükten ulu ilkeye her şey, hem var hem yok olana geri döner.”

Bilgelik basit ve yalın görünüyor. Zeki insan bundan pek hoşlanmaz. Belki kendisinin de aslında şaşılacak derecede basit olduğunu fark edemeyeceği kadar dolmuştur. “Zekâ dünyayı, yalınlık ruhu fetheder” diyor Jung; “Bu bireyler kendi eylemlerini anlayıp bilinçdışına giriş yolunu buldukları için, çevrelerine farkında bile olmadan etki ederler. Bilincin böyle derinleşip genişlemesi, ilkellerin ‘mana’ dedikleri türden bir etki üretir. Ötekilerin bilinçdışı üzerine bile isteye yapılmamış olan bu etki, bir tür bilinçdışı saygınlıktır.”

Dengedeki Uyum

Doğu bütüne, alt metinlere, içteki anlama odaklanıyor. Ona uzaktan, “birlik” içinden bakarken, uzam ve zamanın sınırları ortadan kalktığında gördüğü şey, denge. Sadece denge. Dengede olan doğrudur, dengeyi bozansa yanlış. Dengeye ulaşınca onu korumaya çalışan da yanılır. Onu bozansa doğrudur.

Schopenhauer de uzam ve zaman adlı iki efendinin elinde, nesnelerin bilincinde olmaya zorlandığımızı düşünüyordu. İstencin birliğini, bütünlüğünü gözden kaçırmamıza sebep olan bu tutsaklıktan kurtulmak için çileci bir münzevi olarak yaşamak gerekebileceğini gördü. Dünyadan el çeken biri artık dıştakiyle uyumlanma ya da onunla birlikte çalışma konusundaki ilgisini, isteğini zaten yitirmiş olur. Bu değer yitimi, dışa yönlendirilmiş bilincin dışladığı ne varsa, hepsini tekrar faaliyete geçirebilir. Yani iç dünyaya dönüş mucizeler yaratabileceği gibi, zincirlerinden kurtulmuş demonlarla karşılaşmayı da gerektirebilir.

Doğu’nun içe yönelimli felsefesinde, nesnelerden geri çekilen yaşam enerjisi (ki buna libido diyebiliriz) iç dünyaya akıtıldıkça, karşıt çiftlere bağlanmaktan kurtulmaya başlıyoruz. Yoganın amacı da tam olarak bu aslında. Daha doğrusu; içe dönen libidonun yeniden, doğru şekilde yönlendirilmesi. Bunu başaran, nesneyle (artık çoğul değil tekil; çünkü hepsinin özünde aynı ve bir olduğu görüldü) yepyeni bir ilişki kurabilir.

Hint felsefesindeyse karşıt çiftlerin, yani “dvanda”nın ötesine geçebilen kişiye “nirdvanda” deniyor; zıtların oyununa aldanmayan özgür kişi. Ama bir de kefaretten bahsediyor; kişinin insanca doğasından vazgeçmesi. Brahman ancak bundan sonra geliyor. Brahman’ın çeşitli anlamları var. Örneğin; yaşam nefesi, kozmik varoluş ya da “akış içinde birlik” olarak tanımlanabiliyor.

Anlaşıldığı üzere, Doğu’nun ahlak ve etiğe bakış açısı Batı’ya kıyasla son derece farklı. Batı’da libidonun içe dönmesi ya da gerilemesi nevroza yol açabiliyor. Jung’a göre bunun sebebi, karşıtların dengesini kuramıyor olmamız. Bundan doğan gerilim bir çatışmaya sebep oluyor ve iç birliği bozup nevrozu yaratıyor. Ancak “Gerileme, gelişimin zorunlu bir evresidir,” diyor Jung.

Batı’da doğrunun ve iyinin ne olduğunu anlatan kurallar, yasalar hep dışarıdan gelir. Buna ihtiyaç duyulması bile, insanın özünde tekinsiz ve ürkütücü bir şeylerin kıpırdandığına emin olmamızdan değil mi? Bu öyle vahşi, uygarlığın prensiplerine öyle aykırı ki, doğamızın bir parçası olduğu halde bastırmak ya da kontrol altında tutmak zorunda kalıyoruz. Doğaya uygun olan, uygarlık idealine ters düşüyor. Bu arada uygarlık içimizdeki hayvanı ehlileştiremediği gibi, kendisinin doğadan daha başarılı olacağı iddiasını sürdürürken çok daha korkunç bir tirana dönüşebiliyor. Zıt kutuplara odaklı algı sürdükçe, içimizdeki vahşinin de kontrol altında tutulması şart elbette. İnsan doğasının kötülük sığasını küçümseyemeyiz. Onu nasıl kucaklamamız ya da kabul edip aşmamız gerektiğini kimse öğretmedi bize. Tek bildiğimiz, bazı sınırlara ihtiyacımız olduğu. Oysa ahlaki düşüklük de neticede dışarıdan sunulan ahlak yasalarıyla keyfi bir çatışma içinde olmaktan ziyade, kendi içindeki dengeyi kuramamış bireylerin kendileriyle çatışmasından kaynaklanmıyor mu?

Nietzsche “Tanrı’nın öldüğünü” duyurduğunda, “Siz Yüksek İnsanlar; sizin en kötü yanınız, bir insanın dans etmesi gerektiğini, benliğinizin ötesine dans etmeyi hiç öğrenememiş olmanız!” diyordu. “Dans eden bir yıldız doğurmak için kaos olmalı içinizde.” İnsanı böyle iyi içselleştirmiş olması bir tarafa, belagatli mesajlarıyla gerçek özgürlüğün, sırtımızdaki bu yükten kurtulunca geleceğini müjdelemiyor mu?

İskenderiye Sentezi

William James’in, ahlâkın inşası adına iyileştirici bir felsefe olarak sunduğu pragmatizmini Zerdüşt’ün ağzından dökülen sözlerin kılıcıyla parçalayan Nietzsche, insanın, kutuplar arasında bir tenis topu gibi bir o duvara, bir bu duvara çarpıp dururken göz ardı ettiği gerçek doğasını serbest bıraktı. Bu tam da Doğu’ya özgü bir tutum.

Felsefeden önce, insan kendisini doğayla bir bütün olarak duyumsamış, çocuklara özgü bir saflıkla yaşamış ama dünyayı günümüz paganlarından farklı, arkaik bir düzeyde deneyimlemiş. Bilincin bu ilkel düzeyi, henüz bir düşünce pratiği gelişmediği için, duygu patlamalarıyla dile geliyor. Duyguları bedenlerinde yaşadıklarından, aklın kafada değil kalp bölgesinde olduğuna inanmışlar örneğin. Kafanın, felsefenin başlangıcıyla aklın yeri olarak görülmesi, birliğin duyumsanmasını zorlaştırıyor.

Duygu patlamaları, yeterince gelişmemiş bir bilinçte, bilinçdışının bağımsızlığı ele geçirmesi sonucunda yaşanır. Modern insanda da sıkça rastlanabilen bu durumun en belirgin örnekleri, sevgi ya da nefret gibi uç duygularda ortaya çıkıyor, ve saklı içeriklerin dışarıya şiddetli bir şekilde püskürmesine neden oluyor. Bizimkinden farklı olarak ilkel bilinç çoğunlukla yansıtma durumunda var olabiliyordu. İşte duygu patlamalarının sebebi buydu. Günümüzdeyse kendimize ait kötü, kabul edilemez duygu ya da tutumları yansıtıyoruz başkalarına. Ancak felsefe öncesinde, insan, iç dünyasında ne varsa, neredeyse hepsini yansıtıyordu. Bilinç geliştikçe bu yansıtmalar geri çekildi. Helenistik dönemdeyse tam anlamıyla bir devrim yaşandı.

Orfeuscu ve Pisagorcuların, öğretilerinde dikotomiyi vurgulayıp, düşünceyi karşıt çiftlerin ayrımı üzerinden yönlendirmelerinin yüzyıllarca süren etkileri, İskenderiye’nin felsefi rönesansıyla başka bir boyuta taşındı. İskenderiye’de gerçekleşen şey tam anlamıyla bir sentez gibi görünüyor. Helenistik tutum zıt kutupların arasını doldurmuş, insana yüklenen sorumluluk artmış. Karşıt çiftlerin de birbirlerinden iyice kopup zıt yönlere savruldukları anlaşılıyor.

Helenistik bağdaştırmacılık, beden ve ruh ayrımını da vurguladı. Aslında bu sayede elde edilen eleştirel beceriler bilincin evrimini hızlandırdığı için, kültürel gelişimin temelleri atılmış oldu. İnsan ve doğa arasındaki yeni boşluğa da bilim yerleşti. O da nihayetinde insanın kendi doğasını, köklerini, çevresini saran dünyayı, gökteki yıldızları akıl yoluyla anlama çabasıydı. Gökbilim çalışmalarının başlamasıyla, ilkel insanın en uzaktaki nesnelere; yıldızlara yansıttığı bilinci geri çekildi.

Peki insan tüm yansıtmalarını geri çekebildi mi?

Tabii ki hayır. Bir türlü aşamadığımız toplumsal sorunların çoğu, karşılıklı olarak sürdürdüğümüz yansıtmalar nedeniyle ortaya çıkıyor. Sirkeyi tadanlarsa yansıtmalarından kurtulmuş olanlar. İnsanın onlardan kurtulabilmesi için önce kendi ejderleriyle yüzleşmesi gerek. Nam-ı diğer gölgesiyle…

Kişiliğin karanlık yönleri hepimizde mevcut. Gölge, kişinin kendisinde olduğunu kabul etmediği her şeyi simgeler. Ve egonun gücü arttıkça daha da belirginleşir. Yani bilinçli yaşamımızda onu ne kadar bastırıyorsak, o kadar karanlık ve yıkıcı oluyor. Gölgeyle yüzleşmenin büyük bir cesaret sınavı olduğunu söyler Jung; “Bu sınav çoğunu korkutmaya yeter. Çünkü kendimizle karşılaşmak, her olumsuz şeyi çevreye yansıtarak kaçınabileceğimiz nahoş bir deneyimdir.” Freud da dil sürçmelerinden ve bilinçli tutumumuza ters düşerek bizi ele veren hatalarımızdan onun sorumlu olduğunu belirtiyor. Gölge; aşağılık, sakar, ilkel, ama külliyen kötü değil. Yine de bilinçli kişilikle boy ölçüşebilen, bu nedenle mutlaka aşılması gereken temel bir sorun.

Bastırdığımız bu karanlık doğamızı başkalarına yansıtma eğilimindeyiz. Yansıtmalarımız, özne ve dış dünya arasında yığıldıkça kim olduğumuzu görmekte zorlanıyoruz. Bir noktadan sonra, özellikle yakın ilişkide olduğumuz insanları sadece kendi yansıtmalarımızla algılamaya başlamamız da kaçınılmaz. Böylece onun kim olduğunu görmek de imkânsız hale geliyor. Özetle yaşadığımız dünyayı, kendi bulanık görüntümüzü yansıtan bir aynaya dönüştürdüğümüz için, bireyselliği bencillik ve kayıtsızlık sanıyor, en istikrarsız şeylerin gücüne inanıyor, adil değiş tokuş ilkesiyle yüzeysel ilişkiler yaşıyor, seksten ve tüketmekten başka doyum kaynağı bulmakta zorlanıyoruz.

“Bütün bölünmelerin, bütün füzyonların, karşıtların ayrışmasına bağlı olduğunu anlarsak, işe nereden başlayacağımızı biliriz. Ama bunlar bilinçdışına gömülmeye devam ederse, birikerek kitle öbekleşmelerini, toplumsal devinimleri üretmeyi sürdürürler. Bunlar makul denetimlere boyun eğmez, iyi bir amaca doğru güdülemez.”

– Carl G. Jung

Tuna Emren
Önceki İçerikOryantalist Yazar Claude-exeter Désiré: “Giderek soyutlaşan ve bu yüzden de insani karakterini yitirme noktasında olan bir dünya bu.”
Sonraki İçerik“Psychedelic Blues”un deneysel yansıması: Uzayzaman Yolcusu ve yeni EP’si SİNEKDOŞ
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments