Yaşam ve Edebiyatın Hakkını Verebilmek: Hülya Soyşekerci’den Günışığı Demeti

Hülya Soyşekerci, Pagos Yayınları’ndan yayımlanan yeni kitabı Günışığı Demeti, bugünün dünyasını, edebiyatını, yazınsal türlerin geçirdiği aşamaları, edebiyatın ve genel olarak sanatın yaşamla etkileşimini ele alıyor.

0

1983’te döneminin en önemli edebiyat dergilerinden Yazko Edebiyat’ta yer alan ilk yazısından bugüne deneme, tanıtım yazısı, inceleme, eleştiri, günce ve öykü gibi pek çok türde metinleri yayımlanan Hülya Soyşekerci’nin Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar (2008), Okuma Yolculukları (2010), Bornova’dan Gün Rengi Sayfalar (2011), Mavi Harfler Atölyesi (2012), Hayaller ve Harfler (2016), Denizin Masalı (2019) ve Aynadaki Ayna (2020) adlı kitaplarının yanı sıra Savur Saçlarını Ege (Öykü, 2008), Hızın ve Devrimin Sanatı Fütürizm (Deneme, 2009), Calvino’yu Niçin Okumalı (İnceleme, 2009), Kadından Sakıncalı (Öykü, 2009), 12 Eylül Sabahı (2010), Kadın Öykülerinde İzmir (Öykü, 2010), Alis Harikalar Diyarı’ndan Tüymüş Bulunuyor: Kadınlardan Gülümseyen Öyküler (Öykü, 2013), ,,,bir tuhaf kuştur, gölgesi zihin,,,: Putkırıcı Bir Usta Leylâ Erbil’in Ardından… (İnceleme, 2013), Öyküden Çıktım Yola (Öykü, 2014), Tezer Özlü’ye Armağan (İnceleme, 2015), Tedirgin Bir Yazar: Yusuf Atılgan (İnceleme 2017), Yaşanmış Ağır Bir Ezgi: Onat Kutlar İçin Bir Harita (İnceleme, 2019) ve Pasaport’tan Kordon’a (Öykü, 2020) adlı çok yazarlı kitaplarda farklı türden metinleri okurla buluştu. Öte yandan çeşitli edebiyat seçkilerinin editörlüğünü yaptı. Soyşekerci’nin önümüzdeki yıl kırkıncı yılına ulaşacak edebiyat yaşamını az önceki gibi tek tümcede özetlemek ve sadece son on yılda yayımlanan çalışmalarından söz etmek istendiğinde bile bu kırk yılın son derece üretken ve dolu dolu geçtiği göze çarpar. Yaşamı üreterek ve emekle var eden, anlamlı kılan yazarın Pagos Yayınları’ndan yayımlanan yeni kitabı Günışığı Demeti (2021), bugünün dünyasını, edebiyatını, yazınsal türlerin geçirdiği aşamaları, edebiyatın ve genel olarak sanatın yaşamla etkileşimini ele alan denemeleriyle okuru da fikir üretmeye, sanatı merkeze alarak yaşamı sorgulamaya yönlendiren bir perspektif sunar.

Hülya Soyşekerci, bu çağın koşullarını, değer yargılarını irdelerken “Hakikatin ve sahiciliğin yok olmaya başladığı bu çağda, insan ilişkilerinde erdeme dayalı unsurlar azalmakta, gündelik ilişkilerde insanların çoğu birbirlerini araç olarak görmekte,  böylece ‘karakter aşınması’ olgusu giderek topluma damgasını vurmaktadır” biçiminde bir saptama yapar (2021, s. 58). Elbette, buradaki “karakter aşınması” kavramı, bizi Sennett’e götürür ve büyük ölçekte söz konusu yozlaşmanın, yüzeyselliğin kapitalist sistem çerçevesinde de değerlendirilebilmesine olanak verir. Sennett, küresel piyasa, yeni teknolojilerin kullanımı ve çalışma zamanını organize etmenin yeni biçimlerini günümüz kapitalizminin ayırt edici özelliği olarak öne sürer (2008, s. 20, 21). Hülya Soyşekerci, bu üç özellikten ikincisi üzerinde durur ve hem çağı hem çağın biçimlendirdiği yeni sanat anlayışlarını yorumlarken dijitalleşmenin, yeni teknolojilerin kullanımının etkilerini temel alır. Sennett’in belirttiği gibi, yeni kapitalizmin iş yaşamında belirlediği değerler, özel yaşama da aktarılır. Bu durum, günlük yaşamın her anını biçimlendirir. Soyşekerci, “nesnelerin ve hızın insan yaşamlarını çepeçevre kuşattığı ve hızın içinde hızla yol alındıkça yanılsamalarla gerçeğin birbirine karışıp dönüştüğü, inanılmaz akışkan ve kaygan zamanlar yüzyılı” olarak tarif ettiği bu çağda tuşların ya da butonların yaşamımızı nasıl kolaylaştırdığına yönelik algılara karşı gerçekte kendimizi onların egemenliğine teslim ettiğimize dikkat çeker (2021, s. 151). Böyle bir teslimiyet, bizi günlük yaşamda herhangi birine, bir işe ya da bir duruma hak ettiği vakti ayıramayacak duruma sürüklerken her şeyin yüzeyde yaşanmasına ve kalmasına yol açmaktadır. Yeni kapitalizmin temel unsuru olan hızın etrafında biçimlenen ideolojinin tüketimle beraber vitrinde olma arzusunu körüklediğine işaret eden yazar, mevcut koşullarda en önemli sorunların bile günlük tartışmalara, birkaç slogana indirgenmesiyle çözümsüz kalarak hız çağının vitrin süslerinin arkasında kaybolup gittiğini ortaya koyar.

DİJİTAL ÇAĞDA BELLEĞİ KORUMAK

Hülya Soyşekerci’nin denemelerinde ele aldığı konuların çerçevesini belirleyen yeni kapitalizmin hız ideolojisi, Gülten Akın’ın 1971 tarihli yapıtı Kırmızı Karanfil’de yer alan “İlkyaz” şiirinin “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” dizelerindeki tespiti haklı çıkarırcasına, geçen elli yıl içinde büsbütün yaşamımızı kontrolü altına alır. Birileri “kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar”ken yaşamlarımızdan kayda değer her şey kaybolmaya, silinmeye yüz tutar (1996, s. 122). Bu yüzden birçok sanat yapıtında “bellek”, başlıca meselelerden biri olur. Gerek kişisel gerek toplumsal belleğin zayıflatıldığı bu zamana ilişkin Hülya Soyşekerci, “Unutmamak İçin Sanatla Direnmek” başlıklı denemesinde şu değerlendirmeyi yapar: “Unutmak olgusu, bellek süreçleri içerisinde en etkin olanlardan biri durumunda artık. Hızın aşındırdığı belleklerin içinden boşluğa düşüp kaybolan, ‘unutma’ dediğimiz o dipsiz karanlık kuyuya düşen yüz binlerce bireysel/toplumsal yaşantı parçacıkları ve anılar var. Bütün her şey sanki deniz dibindeki batık geminin içinde kaybolup gidiyor; bilinç-bellek okyanusunun en derin noktalarında yok oluşa doğru çekiliyor” (2021, s. 30). Bu tümcelerin devamında yazar, anlamlı ve insanca yaşamanın ancak unutmamakla, belleği korumakla mümkün olduğuna dikkat çekerken sanat, felsefe gibi disiplinlerde yaşamın her yönüyle tartışılmasının, sorgulanmasının ve kayda geçirilmesinin unutmaya karşı en etkili direnme biçimi olduğunun altını çizer; çünkü geçmişte yazı aracılığıyla kayda geçmiş ne varsa bugüne kalmış, bundan yüzyıllar önce üretilmiş bir fikrin başka yüzyıllardaki okurlar tarafından geliştirilmesine olanak sunmuştur. Bu gerçek de söz konusu disiplinlerin gücünü ve kalıcılığını bir kez daha ortaya koyar.

Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sının ya da Tanpınar’ın Huzur’unun yayımlandığı zamanların okurlarının edebiyata yaklaşımıyla bu zamanın yeni yetişen okurlarının yaklaşımı arasında – kuşkusuz – farklılıklar var. Dijital çağın oluşturduğu koşullar, elbette edebiyat bağlamında da tartışmaya çok açık, dahası bu koşulların tartışılması gerekli. Soyşekerci, “Sosyal Medya, Edebiyat ve İnsan İlişkileri” başlıklı denemesinde böyle bir tartışma için edebiyat yapıtlarının üretimi ve okurla ilişkisi üzerine saptamalar yapar. Bir yandan geçmişte olduğu gibi günümüzde de nitelikli yapıtları takip eden okurların sosyal medya aracılığıyla bir araya geldiklerine, okudukları metinleri değerlendirdiklerine; öte yandan yazar – okur etkileşiminin arttığına, aralarında umut vaat eden genç yazarların metinlerinin olduğu e-dergilerin edebiyat dünyasına katkıda bulunduğuna işaret eden yazar, dijital çağın olumsuzluklarının sanata bir yansıması olarak ise sosyal medyanın hemen her konuda yarattığı bilgi kirliliğinin edebiyat alanında da karşımıza çıktığını hatırlatır. Sosyal medyada önemli şairlerin şiirlerinden dizeler alıntılanarak yapılan paylaşımlar – söz konusu dizeler gerçekten altında adı yazılan şaire aitse – genç kuşağın şiire ilgi duymasına neden olabilirken Soyşekerci’nin belirttiği gibi bu alıntıların paylaşımlarda adı yazılan şairlere ait olmadığı örnekler de sıklıkla görülmektedir. Hatta son derece alelade yazılmış birkaç satırın altına Nazım Hikmet, Edip Cansever gibi büyük şairlerin adı yazılarak hem şairlerin yazınsal emeği göz ardı edilmekte hem de bu tür paylaşımlar, genel olarak edebiyat açısından “galat-ı meşhur” denilebilecek bir durumun devamına neden olmaktadır. Öte yandan hız ideolojisinin edebiyata da sirayet etmesi, sözgelimi Memleketimden İnsan Manzaraları’nı baştan sona özenle okumak ve şairini hakkıyla tanımak, anlayabilmek yerine birkaç dizelik paylaşımlarla yetinecek okurların edebiyatla yüzeysel bir ilişki kurmasında baş etkenlerden biridir. Böyle bir yüzeysellik, ancak okurun mevcut düzenin hızlıca her şeyi tüketmeye yönelik dayatmalarını önemsemeden her metne hakkını vererek, yeterli zamanı ayırarak yaklaşmasıyla bertaraf edilebilir. Aksi halde işi “okumak” olan insanların bile “hızlı okuma teknikleri” gibi onları tembelliğe alıştıran yöntemlerle yeterince bilgi edindiklerini varsaydıkları konularda karaladıkları alelade metinler (!) var olmaya devam edecektir.

YAZINSAL YAPITLARI ANLAMLANDIRMAK

Hülya Soyşekerci’nin kitabı, yazınsal yapıtların eksik anlamlandırılmasına, hatta hiç kavranamamasına neden olan okuma tercihleri üzerine okurun düşünmesini sağlarken bir metnin nasıl çözümlenebileceğine yönelik örnekler de sunar. “Düşler, Ütopyalar ve Erich Fromm” başlıklı denemede Soyşekerci, ütopyaların yanı sıra distopyaları da ele alır ve Zamyatin’in Biz, Orwell’ın 1984, Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı yapıtlarını Fromm’a referans vererek değerlendirir. Fromm’un “Aktif insan” kavramını açımlayan yazar, Türk şiirinden iki önemli şairin – Nâzım Hikmet ve Ataol Behramoğlu’nun – birer şiirini alıntılayarak bu şiirler için Fromm’un kuramı bağlamında bir okuma önerisi sunar. Aynı zamanda denemenin girişinde yer verilen John Lennon’ın “Imagine” şarkısının sözleri, adı geçen metinleri beraber çözümlemek için bir başka okuma önerisi olarak alınabilir.

Günışığı Demeti’nde yazınsal yapıtların alımlanması üzerine bir diğer deneme, “Dersimiz Edebiyat” başlığını taşır. Okurların eğitilmesinde, başka deyişle edebiyatla kurduğumuz ilişkide önemli bir dönem olan öğrencilik yıllarında bugüne kadar uygulanan müfredatın ve öğretmenlerin kullandığı yöntemlerin belirleyiciliğine vurgu yapan Soyşekerci, ezbere dayanan, yalnızca yazar ve yapıtların adlarını öğretmekle sınırlı kalan bir eğitim anlayışının öğrencilerin edebiyatla bağının zayıflamasına neden olduğunun altını çizer. Böylesi geleneksel yöntemlerin yerine bir yazınsal metnin nasıl çözümlenebileceğine ilişkin uygulamalı örnekler veren, öğrencilerin yorum gücünü geliştiren, metinlerin yananlamlarını tespit edebilmesini sağlayan modern yöntemler, erken yaşlardan itibaren okurların yazınsal metinlerle etkileşimini kuvvetlendirecek ve yazarın belirttiği gibi, şablonlardan, metnin sosyolojik, tarihsel vb. boyutlarına dair hiçbir şey söylemeyen tablolardan kurtarılmış öğretim modelleri, yaratıcı okuma süreçlerine olanak tanıyarak yetkin okurların yetiştirilebilmesine neden olacaktır. Hülya Soyşekerci’nin bu denemesinde önerdiği öğretim modelini okurların ve izleyicilerin belleğinde yer edinmiş bir kurmaca karakter uygular: Ölü Ozanlar Derneği’nin yeni edebiyat öğretmeni Keating! Keating, daha ilk derste geleneksel yöntemlerin bir kenara bırakılması gerektiğini anlatmak için öğrencilerine bu yöntemler çerçevesinde hazırlanmış ders kitaplarının ilk sayfasını yırttırır. Bir yazımda söz konusu sahne için şunları yazmıştım:

“Sorgulamak, itiraz etmek, “ben” ile başlayan tümceler kurmanın bir suç olmadığını öğrenmek için yeni bir başlangıç ve böyle bir başlangıç için de eskiyi yırtıp atmak gerekir. Keating, babalarının izinden gitmek ya da onların belirledikleri yolda yürümek zorunda kalan öğrencilere, kendi güzergahlarını belirleme fırsatını verir. Önce, amaçlarımızla araçlarımızın neler olduğunu ve amaçlarla araçlar yer değiştirdiğinde yaşamamızın nasıl kabusa döndüğünü öğretir onlara. Özel ya da kamusal alandaki otoritelerin öğrencilere dayattıkları meslekler, yaşamak için birer araçtır ve önemli olan, hangi amaç için hayatta oldukları sorusuna verilecek yanıtlardır. Keating’in dersi, edebiyat, bu sorulması gereken asıl soruya yanıtlar ve beraberinde yeni sorular da getirir; ancak eski yöntemlerle verilen bir edebiyat dersinin hiçbir anlamının olmadığının farkındadır Keating ve bunu öğrencilerinin de fark etmesini sağlar. Müfredatın okutulmasını uygun gördüğü edebiyat kitabının “Şiiri anlamak” başlıklı açılış paragrafı, şiiri dar kalıplara, grafiklere sıkıştırarak anlamaya çalışır. Oysa bu, boşuna bir çabadır; çünkü, sözgelimi, grafiklere sığdıramadığınız Pablo Neruda ya da Yannis Ritsos’un yazdığı şiirleri de bu grafiklere sığdırmanız mümkün değildir. Kitabın önerdiği yöntem, bir edebiyat metnini çözümleyecek birikime ve vizyona sahip olmayanların sığındıkları bir yoldur. Örneğin, Ritsos’un “Temel Nesneler” şiirini bu yöntemle açıklamaya kalkıştıklarında “Ölüm varsa da, her zaman, ikinci gelir. / Çünkü her zaman en başta, özgürlük.” dizeleri, grafiklerin, tabloların neresine denk gelir ve neyi, ne kadar açıklar? Keating’in söylediği gibi bir saçmalıktan ibaret olan bu yöntemi sunan sayfayı yırtmakla başlar öğrenciler, kendileri için düşünmeyi yeniden öğrenmeye. Tam da bu sırada Keating, “Size kim ne derse desin sözcükler ve fikirler dünyayı değiştirebilir” der. Evet, dili başkalarının yaşamlarını egemenlik altına almak amacıyla değil, özgürleştirmek için kullananların sözcükleri ve fikirlerinin dünyayı değiştirme gücü vardır! Keating’in benimsediği eğitim yöntemi, geleneksel yöntemi dayatan otoritenin kurduğu kasvetli ve içi boş dünyaya karşılık öğrencilerin kendine ait sözcükler ve fikirlerle yeni bir dünya yaratmaları için bir kapı aralar.”

Keating, öğrencilerine sorgulamayı, eleştirel düşünmeyi ve bu doğrultuda bir yazınsal metne nasıl farklı biçimlerde yaklaşılabileceğini öğretirken yaşamlarını olumlu yönde değiştirmek için çaba harcar. Öğrenciler, önce okur olarak edebiyatla iletişim kurmuşlar, sonra da kendi metinlerini üretmek üzere yolculuklarını sürdürmüşlerdir. Hülya Soyşekerci, yazma aşamasına geçmeden önce iyi bir okur olmanın öneminin de farklı denemelerde altını çizer. Yazılan metin, ister Ölü Ozanlar Derneği’ndeki gibi şiir olsun, ister diğer türlerdeki metinler olsun kişiyi “okuryazar” konumuna taşıyan süreçte ciddi bir emek gerekir. Soyşekerci, “Okurluğun ve ‘Okuryazarlığın’ Gerilimi” başlıklı denemesinde okuru bir anlam yaratıcısı biçiminde tanımlarken “okuryazar”ın bu anlamı bir kompozisyonla sunduğunu, metnini oluştururken akıl yürütme, yorumlama, çıkarsama vb. süreçleri dikkate aldığını ve aynı okumada olduğu gibi yazma sürecinde de benzer emeği göstermesi gerektiğini belirtir (2021, s. 78). Söz konusu denemede kendini “okuryazar” olarak yetiştirme çabasında olanlara önemli bir uyarı da vasata teşne olmamaya dairdir. Vitrinde parlatılanın değerli olduğu yönünde popüler kültürün yarattığı algı ne yazık ki edebiyat dünyasına da hâkim olur. Bu tablo, “çok satanların peşinden gitmek” ya da “nitelikli edebiyatın izini sürmek ve yanında durmak” gibi iki seçenek çıkarır “okuryazar”ın karşısına. İşte tam bu esnada Hülya Soyşekerci’nin denemeleri, Gülten Akın’ın başka dizelerini hatırlatır adeta: “Ötekini oku, derinde dipte duranı”. Soyşekerci, şairle aynı görüştedir ve yalnızlık pahasına o derinde duranı keşfetmenin kıymetini anlatır (2021, s. 79).

İkinci yolu seçen kişi için edebiyat, hem okur hem yazar olarak yaşamının merkezine ilerlemeye başlamış demektir. Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta” öyküsünün sonunda geçen “Yazmasam deli olacaktım” tümcesi, usta veya daha yeni yeni adını duyurmakta olan yazarların söyleşilerinde sıklıkla karşımıza çıkmıştır (1993, s. 187). Yazının hayatî önemini ifade edecek güçteki bu tümceye referans veren herkeste karşılığını bulup bulmadığı ayrı bir tartışma konusudur elbette; ancak Hülya Soyşekerci’nin “Bir Varoluş ve Duruş Biçimi Olarak ‘Yazmak’” başlıklı denemesinde yazıyla kurduğu ilişkiyi ele aldığı yazarlar, Sait Faik’in tümcesinin altını dolduracak bir edebiyat yaşamına sahiptir. Örneğin, Soyşekerci’nin gönderimde bulunduğu Marguerite Duras, yazının kurtarıcı gücünü vurgular (2021, s. 102). Duras ile Sait Faik, farklı sözcüklerle benzer bir durumu anlatmışlardır. Aynı denemede “dünya ağrısı”na bir çözüm arayışının, yaşama tutunabilmenin ve direnmenin yolunun yazmak olduğunu ifade eden Soyşekerci, yaşamında yazıyı varoluş biçimine dönüştüren bir başka yazara – Tezer Özlü’ye – sözü bırakır. Edebiyatı neden tercih ettiğini “Yeryüzüne dayanabilmek için” diye açıklayan Özlü, “(…) insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalımı yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olabilmeyi edebiyatla öğrendim” der (akt. Soyşekerci, 2021, s. 103).

EDEBİYATTA KADINLARIN ÖZNE OLARAK VAROLUŞU

Hülya Soyşekerci’nin “Sevme Sanatı, Kadınlar ve Edebiyat”, “Dünyayı Kadınca Sorgulamak, Yorumlamak ve Yazmak”, “‘Çatıdaki Deli Kadın’ın Özne Olma Mücadelesi”, “Kadının Toplumsal Durumunun Edebiyata Yansımaları” ve “Karanlıktaki Özgür ve Asi Kadın ‘Lilith’” başlıklı denemelerinde açımladığı gibi dünyasına egemen olabilme gücünü Tezer Özlü’ye veren edebiyatın erkek egemenliğinden kurtulması epey zaman almıştır. Bu denemelerin ilkinde Soyşekerci, önce erkekler tarafından yazılan metinlerde kadının konumunu ele alır. Divan şiirinde kadın güzeldir güzel olmasına ancak put gibi duyarsız, duygusuz biri olarak betimlenir. Metindeki erkek anlatıcıya acı veren, tek boyutlu oluşuyla nesneleştirilen bir konumdadır. Soyşekerci, bu tespitlerinin devamında Tanpınar’ın görüşlerine yer vererek sevgilinin gönül tahtına oturmuş bir sultana benzetilmesiyle iktidar olgusu arasındaki ilişkiye ve böylece sevgilinin iktidar bağlamında eril özellikler taşımasının yol açtığı paradoksa dikkat çeker (2021, s. 94, 95). Aslında burada erkek anlatıcının erişemediği sevgiliyi yüceltirken kullandığı sultan metaforu, sonraki yüzyıllara ait metinlerde sıklıkla karşımıza çıkan femme fatale imgesinin prototipi olabilecek bir kadın imgesine zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla sevgiliye bu metaforla sunulan iktidar payesi de bir aldatmacadır. Erkek anlatıcı, böyle bir yönteme başvurarak okuru kendi safına çekerken metindeki kadına yönelik olumsuz bir algı yaratmayı başarmıştır. Tanzimat dönemiyle beraber Türk edebiyatında Batı etkisi görülmekle beraber on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında başlayan kadın hareketinin yazınsal metinlerde belirleyici rol oynaması, yirminci yüzyılın ikinci ve üçüncü çeyreğinden itibaren mümkün olabilmiştir. Hülya Soyşekerci’nin ele aldığı gibi Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu adlı romanı vb. yapıtlarda erkek yazarlar, kadın karakterleri öne çıkaran anlatılar yapılandırmaya başlamıştır; ancak eril bakış açısından ne kadar uzaklaşabildikleri, tartışmaya açıktır.

Milli Edebiyat döneminde Halide Edib Adıvar, Cumhuriyet döneminde Suat Derviş, Türk edebiyatında kadınların eril hegemonyayı alt etmek için verdikleri mücadelenin öncüleridir. 1950’lerde Nezihe Meriç ve Leylâ Erbil, 1960’larda Sevgi Soysal ve 1970 sonrasında Tomris Uyar, Füruzan, Ayla Kutlu, Pınar Kür, Erendiz Atasü, Latife Tekin ve daha birçok yazar, Türk edebiyatına nitelikli yapıtlar kazandırarak edebiyat dünyasındaki eril zihniyetin yerine feminist perspektifin yansımalarının görüldüğü anlatılarla edebiyat tarihini dönüştürmüşlerdir. Öykü ve roman türlerinde kadınlar, artık geri planda değilken Gülten Akın, Nilgün Marmara, Lale Müldür gibi birçok şairin Türk şiirine kalıcı yapıtlar bırakmasına karşın – Hülya Soyşekerci’nin de belirttiği gibi – şiiri “erkeklerin erk meydanı” olarak gören bir zihniyet hâlâ mevcuttur (2021, s. 96). Üstelik görüşlerini “Kadın, şiir yazmaz, yazdırır” gibi tümcelerle savunmaya kalkışmakta; ancak kadını yücelttiği sanılan buna benzer söylemlerin kadınları örtük biçimde yeniden nesneleştirdiği görülmektedir; çünkü söz konusu söylemi yapılandıran ideolojiye göre kadın, hâlâ “yazar özne” değil, “erkek tarafından anlatılan bir nesne” olarak kodlanır. Bununla birlikte kadınların edebiyat dünyasında karşılarına çıkan bir diğer engel, cinsiyetçi bir zihniyete sahip olan erkek eleştirmenlerdir. Söz konusu zihniyeti en iyi özetleyen örneği George Eliot adlı çalışmasında Marghanita Laski verir. George Eliot’ın erkek olduğunu düşünen bir eleştirmen, yazarın Adam Bede adlı romanını öven yazısı yayımlandıktan sonra Eliot’ın kadın olduğunu öğrendiğinde şu satırları yazar:

“Eğitilmemiş ahlaki değerleri olan, iyi gözlemci kurnaz bir kadın… bu kafasının dikine giden bayan daha çok satış amaçlı gösterişli duygular ve dini terimler kullanıyor… böylece güle güle bay Eliot, hoş geldin Bayan Biggins” (Laski, 1973, s. 63’ten akt. Menteşe, 2003, s. 161).

Laski’nin verdiği örneğin benzerleri farklı ulusların edebiyat tarihinde pek çok kez görülmüştür. Kadın olduğu için erkek eleştirmenler tarafından yapıtları ya görmezden gelinmiş, ya yazınsal ölçütlerle ilgisi olmayan bir biçimde – örneğin Soyşekerci’nin belirttiği gibi, kurmaca metinlerde anlattıklarını gerçekte yaşayıp yaşamadıklarının merak edilmesi vb. – eleştirilmiş yazarlar, böyle bir eril otoriteye karşı direnmek zorunda kalmışlardır. Edebiyat dünyasında verilen mücadele, bazen metinlere de yansımıştır. Sözgelimi, Leylâ Erbil’in “Biz İki Sosyalist Erkek Eleştirmen” adlı öyküsü, Türk edebiyatında bu konudaki önemli taşlamalardan biridir. Hülya Soyşekerci, kadınların edebiyattaki üretim süreçlerini, yazıyla kurdukları ilişkiyi ve eril hegemonyaya karşı geliştirdikleri tavrı şöyle değerlendirir:

“Kadın yazar olmak, her şeyden önce, varoluşsal anlamda, edebiyat içinde yaratıcı ve belirleyici bir kadın özne olmak anlamına gelir bence. Kadın yazarın edebiyat içindeki öznesel tutumu, varlığı ve yaratıcı eylemi, edebiyatın akışını belirlediği gibi, aynı zamanda dilin gelişim süreçlerine müdahalesini de zorunlu ve gerekli kılar. Böylece kadın yazar, hem edebiyatın şiir ya da kurmaca alanındaki düşsel ve imgesel süreçlerine katkıda bulunur, hem de edebiyatın ontolojik anlamda içinde var olup geliştiği yazınsal dile de yaratıcı katkılar sunar. Bu nokta, kadın yazarın eril dili ve eril söylemi kırma, kendi varlığından getirdiği yeni anlamsal yapı ve estetik unsurlarla dili yeniden belirleme, onu yeniden kurma noktasına işaret eder; öyle ki eril dilin ve söylemin aşılması burada tam anlamıyla bir kırılma noktasına tekabül eder. Kadın yazarın, bir özne olarak edebiyatı ve dili belirlemesi, tam olarak bu kırılmadan sonra gerçekleşir.” (2021, s. 115)

Hülya Soyşekerci’nin belirttiği kırılmayla beraber erkek yazar ve eleştirmenlerin edebiyat dünyasındaki otorite sarsılmaya başlamış, ayrıca metinlerdeki kadın temsillerinde değişimler görülmüştür. Kadını tek boyutlu anlatmaya çalışan ve baştan sona ataerkil ideoloji tarafından biçimlenen metinlerin yerini feminist perspektiften kurgulanan metinlerin alması, feminist edebiyat eleştirisi üzerinden incelenebilecek bir başlık daha ortaya çıkarmıştır. Erkek yazarların cinsiyetçi bir dil ve bakış açısıyla oluşturdukları metinlerde yeniden üretilen ataerkil kodlar deşifre edilmiştir. Hülya Soyşekerci, Günışığı Demeti’nde farklı ulusların edebiyatından örneklerle erkek yazarların metinlerindeki kadın temsillerini de incelemiştir. Yazarın Sadık Hidayet’in “Perde Arkasındaki Bebek” adlı öyküsü, Tanzimat dönemi Türk edebiyatının ilk yapıtları ve elbette Halit Ziya Uşaklıgil’in bir kadın karakterin yaşantısını merkeze alan Aşk-ı Memnû adlı romanına ilişkin değerlendirmeleri, bu alanda çalışma yapacak araştırmacılara rehberlik yapacak, farklı okuma olanakları sunacak niteliktedir. Kitapta yine feminist eleştiri yöntemiyle Lilith’e gönderimde bulunan bir örnek olarak Leylâ Erbil’in Cüce adlı yapıtının incelendiği deneme, feminist metinlerde Lilith’in simgelediği özgürlük olgusunun irdelenmesi açısından önemlidir.

GEÇMİŞTEN BUGÜNE YAZINSAL TÜRLER

Günışığı Demeti’nde olumlu ya da olumsuz yönde değişen, dönüşen düşünce yapılarının yazınsal yapıtlardaki yansımalarını ele alan denemelerin yanı sıra bir başka başlık da yazınsal türler üzerinedir. Bu başlık altında toplanan denemeler öykü, roman ve deneme türlerini kapsar. “Özgür Düşüncenin Ülkesi ‘Deneme’” başlıklı denemede Soyşekerci, türün özelliklerini Montaigne ve Nurullah Ataç gibi ustalara referans vererek açımlar. Ataç’ın “Deneme ben’in ülkesidir” tümcesi, yazar öznenin görüşlerini kendine sınırlar koymadan dile getirirken tartıştığı konulara okurları da davet eden bir yazınsal türü ifade eder. Buradan hareketle Soyşekerci de denemenin kişiselliğine, özgürlüğüne ve Montaigne’in metinlerinde düşünen yazarı gördüğünü belirten Montesquieu’ya gönderimde bulunarak düşünselliğine vurgu yapar (2021, s. 22). Birçok metinde belli belirsiz kendini duyuran Gülten Akın’ın “İlkyaz” şiiri, burada doğrudan bir alıntıyla karşımıza çıkar ve Hülya Soyşekerci, “durup ince şeyleri” gören, anlayan, hatırlatan ve tabii buna vakit bulan deneme yazarının sanki kendisiyle konuşurken okurla etkileşimi sayesinde hem yazma hem okuma süreçlerinde düşünce üretiminin gerçekleşebildiğine sözü getirir. Yazarla okur arasında kurulan ilişkide maskeler düşmüş ve iki taraf da kendine benzeyeni karşısında bulmuştur. Bu okuma deneyimini Montaigne ve Gide’in görüşlerinden yola çıkan Hülya Soyşekerci, şöyle açıklar:

“‘İnsanların ve her şeyin yüzünden maskeyi kaldırmalıyız’ diyor Montaigne; böylece toplumsal roller içinde kişinin yüzüne geçirmek durumunda kaldığı maskeleri gösteriyor. Maskenin altındaki gerçek benliğimizi gölge’nin derinliğinde gizlenen persona’mızı görmeye davet ediyor bizleri. Üstelik bu davetini, psikoloji biliminin sözünün bile edilmediği 16. yüzyılda gerçekleştiriyor. Andre Gide, Montaigne için şöyle söylüyor: ‘O, maskesini atmak için kendini anlatıyor. Maske, insanın kendinden çok ülkesine ve devrine ait olduğu için de insanlar maske yüzünden birbirinden ayrılıyor. Böylece, maskesini gerçekten atan insanda hemen kendi benzerimizi buluyoruz.’” (2021, s. 22, 23)

Hülya Soyşekerci, yazarla okur arasında böylesine güçlü bir iletişime neden olabilen deneme türünün günümüzde tecimsel kaygılarla geri planda kaldığını ifade eder. Geçmişte yayımlanmış pek çok deneme kitabının baskısı tükenmiş ve yeni baskısı yapılmamaktadır. Aynı nedenlerle yazarı olanak bulup yeni bir deneme kitabı yayımlatsa da “çoksatanlar”ın gölgesinde kalmaktadır. Oysa türün fırsat verdiği düşünsel üretimin gerçekleşebilmesi için öykü ve roman türlerindeki yapıtlarının yanı sıra kırk yılı aşkın süredir deneme türündeki kitaplarıyla da Türk edebiyatına katkısı tartışılmaz olan Erendiz Atasü gibi ustaların bu türdeki yapıtlarının daha çok okurla buluşması, baskısı tükenen kitaplarının zaman geçmeden yeni baskılarının yapılması gerekir.

Satış temel alınarak niceliğe göre belirlenen değer ölçütleri, deneme gibi yazınsal türlerin okurla buluşmasının önünde engeller oluştururken görece çok satan roman vb. türlerin içeriği ve sınıflandırılması da yine aynı sistem tarafından düzenlenmektedir. Hülya Soyşekerci, sistemin yarattığı koşulların “edebî roman” ve “popüler roman” biçimindeki bir kırılmaya işaret ederken yayın endüstrisinin yazınsal ve estetik ölçütlerin yerine kitabın çok satmasını önceleyen bir anlayış üzerine kurulu hale geldiğini belirtir. Sistem, billboardlarda kitapları tanıtılan; ancak kitaplarının yazınsal değeri tartışmaya açık olan kişileri “yazar” adıyla okura sunarken reklamı yapılan ya da listelerde sürekli adı geçen kitapları takip eden okurlarla gerçek edebiyatın arasına mesafe koymakta ve bence daha kötüsü de bu koşullar nedeniyle birçok usta yazar, yeni kitap yazmaktan uzak durmakta yahut çok uzun aralıklarla yeni kitap yayımlatmaktadır.

Roman türü özelinde yapıtların değerlendirilme ölçütlerinin değişimini ele aldığımızda bir başka etkenin de kitaplar üzerine yazılan tanıtım yazılarındaki yüzeysel ifadelerin olduğunu görürüz. Soyşekerci’nin konuyla ilgili denemesinde dikkat çektiği, romanların tanıtımında kullanılan “keyif” kavramıyla beraber “akıcı/sıkıcı” vb. yapıtın yazınsal niteliğine dair hiçbir şey söylemeyen ifadeler de romanı popüler bir metaya dönüştürmektedir.  Bir romanın ya da başka sanat dallarında üretilen herhangi bir yapıtın hızlı tüketilir olması asla değer göstergesi olarak kabul edilemez. Salâh Birsel’in Dört Köşeli Üçgen adlı romanı “bir solukta” okunacak, “çok akıcı” diyecekleri bir roman değildir sözgelimi; ancak Türk edebiyatının en nitelikli yapıtlarından biridir. Birsel’in romanı gibi birçok yapıt özenle, her tümcenin hakkı verilerek okunmalıdır. Dolayısıyla hem eleştirmenlerin / kitap tanıtımı yazanların hem okurların kitaplara yönelik değerlendirme ölçütlerinin yeniden gözden geçirmeleri ve Soyşekerci’nin denemesini rehber olarak okumaları gerekir.

Roman türünün gelişimi, yayın endüstrisindeki konumu ve alımlanmasına yönelik olumsuzlukların dışında Soyşekerci, özellikle roman ile okurun etkileşimi bağlamında olumlu özelliklerden de söz eder. Romandaki tekniklerin çeşitlenmesi, metinlerarası ilişkilerin sıkça kullanılması ve metinde boşluklar bırakılması, okuru anlam üretmeye davet eden, sorgulatan ve eleştirel düşünmeyi teşvik eden yapıtların üretilmesine yol açmaktadır. “Yaşamı Kurgulamak” başlıklı denemede sözü edilen günümüz romanının özellikleri şöyle açımlanır:

“Sanallığın ve bilgisayar teknolojisinin getirdiği yeni algılama biçimleri gerçeğin ne olduğu konusunda yeni bakış açıları sunarken, dilin gerçeği yansıtmada ya da ifade etmedeki dolayımlılığı sık sık vurgulanmaktadır. Böyle bir dünyada yazınsal kurguların da kendine özgü bir yapılanma içine girmesi, geleneksel kurguların parçalanıp dağıtılarak, modernist sanat akımlarındaki gibi yeniden şekillendirilmesi, gerçeğin yitimi ya da başkalaşımı gündemdedir. Bu bağlamda, roman ya da öykülerdeki kurguların boşluğa düşmesi, imkânsız kurgular, kendi içine kapanan metinler, romanda kronolojik zaman algısının terk edilmesi, yer değiştiren ya da akışkan mekânlar oluşturulması, bilinç akışı tekniği ve bilinçaltının dışavurumu, insanın yeni dünyadaki yeni rolünün sorgulanması gibi… pek çok farklı nitelik ve özellikler yeni roman anlayışının ve yeni kurguların sorunsalları arasındadır” (2021, s. 179).

Hülya Soyşekerci’nin yeni roman anlayışında sıklıkla kullanılan bir yöntem olarak sözünü ettiği metinlerarasılık, elbette yalnızca roman türü ve günümüzde üretilen metinlerle sınırlı değildir. Kitapta yer alan “Öykülerin Kaynağı Efsaneler” başlıklı deneme, bu defa öykü ve efsane türleri arasındaki ilişkiyi incelemektedir. Başta yeniden yazma olmak üzerine çeşitli tekniklerle çağdaş metinlere dâhil edilen efsaneler, Soyşekerci’nin belirttiği gibi, başkaldırı, mücadele, adaletsizlik vb. izleklerle günümüzde yazılan öykü ve romanlara bir temel sağlar. Efsanelerin işlediği temaların yüzyıllar geçmesine karşın güncelliğini koruduğu bir gerçektir. Bununla beraber söz konusu metinlerdeki karakter temsillerine, olay örgüsüne, kişi, mekân, zaman ya da nesnelerin taşıdıkları yananlamlara eleştirel bir gözle bakabilen çağdaş yazarlar, verili olanı tersine çeviren ve okuru aynı öyküyü farklı pencereden yorumlamaya davet eden anlatılar inşa edebilirler.

Soyşekerci’nin kitabında öykü türünün kaynaklarının ele alındığı başka bir deneme olan “Öykü Yaşamın İçinde”, bu defa öykü türüyle yazınsal metinler dışındaki dünya arasındaki etkileşimi gözler önüne serer. Günlük yaşamda gözlemlenen her türlü olay, deneyim, çatışma estetik bir süzgeçten geçerek yazınsal metinlere konu olur. Tomris Uyar’ın görüşlerine gönderimde bulunan Soyşekerci, metin dışı dünyadan da beslenen öykülerdeki gerçekliğin dış gerçeklikten farkının altını çizer. Anlatılan konuda en çarpıcı olanı öne çıkaran öykü yazarı, seçimleriyle metnini kurgularken kendi yazınsal gerçekliğini yaratır ve okura nesnel gerçeklikten farklı bir dünya sunar. Örneğin, Kafka’nın “Akademi İçin Bir Rapor” öyküsü, yazarın farklı türdeki diğer metinlerinde olduğu gibi metin dışı dünyayla ilişkisini sürdürmekle beraber kendi gerçekliğini inşa etmiştir ve metnini anlamlandırmaya hazır olan okurlarını bekler. Soyşekerci’nin gerek roman gerekse öykü türünde sözünü ettiği, yazar tarafından bilinçli olarak bırakılan boşluklar, farklı okurlar tarafından farklı biçimlerde tamamlandığında yazar – okur etkileşimi gerçekleşmiş olur.

Günışığı Demeti’nde yazının bu bölümüne kadar ele alınan konularla birlikte “Eleştirel Denemenin Hümanist Ustası Vedat Günyol İçin”, “Olric’e Dair Notlarım” ve “İçimdeki Roman Kişileri” başlıklı denemelerde görüldüğü gibi bir yazarın metinlerini etraflıca ele alan ya da roman kahramanına odaklanarak metni okur merkezli inceleyen metinler de mevcuttur. Bu denemeler, kitapta yer alan diğer denemelerde sunulan okuma önerilerine örnek teşkil etmesi açısından da önem taşır. İlk deneme, türünün Türk edebiyatındaki bir ustasının yazınsal serüvenini irdelerken ikinci deneme, Oğuz Atay edebiyatını ve özellikle Tutunamayanlar’ı yorumlayabilmek için yeni okumalara ihtiyaç duyan okurlarını beklemekte, üçüncü deneme ise metinlerin alımlama göstergebilim gibi yöntemlerle nasıl çözümlenebileceğini deneme türünün olanakları çerçevesinde örneklendirmektedir.

EDEBİYATLA KIRK YIL

Önümüzdeki yıl, edebiyat yaşamının kırkıncı yılını kutlayacak olan Hülya Soyşekerci, farklı yazınsal türlerde kaleme aldığı metinlerle Türk edebiyatını varsıllaştırmaya devam etmektedir. 2021’de Pagos Yayınları tarafından yayımlanan deneme kitabı Günışığı Demeti, yazarın edebiyat yolculuğunun bugünkü duraklarından biridir; ancak Soyşekerci’nin edebiyat çalışmalarını yakından takip eden okurların çok iyi bildiği gibi biz henüz geçtiğimiz yılın sonunda yayımlanan bu kitabı okurken karşımıza Soyşekerci imzalı yeni bir deneme, kitap tanıtımı, öykü ya da yazarları arasında bulunduğu bir kitap daha çıkacaktır mutlaka. Bugüne kadar okuduğumuz ve bundan sonra okuyacağımız Hülya Soyşekerci’ye ait metinlerde olduğu gibi Günışığı Demeti’ndeki denemeler, “öte geçelerden” çalınan ıslıktır ve okurun bu ıslığı duyup yanıt vermesini beklemektedir[*].

Abasıyanık, S. F. (1993). Bütün Eserleri 6: Havuz Başı, Son Kuşlar. Bilgi Yayınevi: Ankara.

Akın, G. (1996). Toplu Şiirler 1956 – 1991. Yapı Kredi Yayınları: İstanbul.

Barış, B. (2020). “Sözcükler ve Fikirler Dünyayı Değiştirebilir”. FilmLoverss.

Menteşe, O. B. (2003). “Toplumsal Kimlik ve Kadın Yazarlığı”. Litera: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Dergisi.

Sennett, R. (2008). Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri. Çev. Barış Yıldırım. Ayrıntı Yayınları: İstanbul.

Soyşekerci, H. (2021). Günışığı Demeti. Pagos Yayınları: İzmir.

[*] Gülten Akın’ın “İlkyaz” adlı şiirinin son iki dizesine gönderimde bulunulmuştur.

Önceki İçerikMutlaka görülmesi gereken en iyi dalış yerleri: Malezya
Sonraki İçerikRuha Dokunan Ritimler – Pink Martini Konseri
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments