Ayşenil Şamlıoğlu: “Bir daha dünyaya gelsem yine tiyatro yaparım”

"Kendi yazarımızla yola çıkmadan kendi tiyatromuzun dilini oluşturma şansımız yoktur."

0

1981’de başlayan oyunculuk kariyerinde canlandırdığı, iz bırakan birçok rolle, yönetmenliğini yaptığı oyunlarla Türk tiyatro, sinema ve televizyon tarihine adını yazdıran Ayşenil Şamlıoğlu’yla dünü, bugünü ve yaşadığımız bu süreci atlattıktan sonra hayata geçirmeyi planladığı yeni projelerini konuştuk.

– Öncelikle “Nasılsınız?” sorusuyla başlayayım. Dışarıdaki dünyamızı bir süreliğine durdurmak zorunda olup evde kaldığımız bugünlerde neler yapıyorsunuz? Nasıl geçiyor bu dönem sizin için?

Ayşenil Şamlıoğlu: Evet hepimiz ne yazık ki dış dünyadan uzak duruyoruz. Benim için rahat geçiyor diyebilirim, evde olmayı seviyorum, çok şanslıyım diyebilirim; çünkü önümde küçük bir koru, arkası, yanı her tarafı ağaçlarla çevrili, balkonları olan bir evde yaşıyorum. Dolayısıyla kendimi çok boğulmuş hissetmedim ve bu kadar geniş zamanı kendime ayırmam normal şartlarda mümkün olmazdı. Bu süreç içinde yarım kalan ya da okumayı düşünüp de bir kenara ayırdığım kitapları elden geçirmeye başladım. Tabii herkes gibi ben de mutfağa düştüm, ekmek yapmıyorum ama pek çok şey yapmaktayım.

– 1985’te rol aldığınız Sidney Kingsley’in “Karakolda” oyunundan bugüne oyunculuk kariyeriniz otuz beş yıldır devam ediyor. Aynı zamanda 1995’te yönetmenliğini yaptığınız ilk oyun olan Tankred Dorst imzalı “Ben Feurbach”tan beri de Jean Paul Sartre’dan Melih Cevdet Anday’a birçok önemli yazarın oyunu sizin rejinizle sahneleniyor. Tiyatroyla otuz beş yıl nasıl geçti? Bildiğim kadarıyla konservatuardan önce farklı alanlarda iki kez üniversite eğitiminize başlayıp yarıda bırakmışsınız. Bugün “İyi ki bu kararları vermişim” diyor musunuz?

A.Ş.: İlk oynadığım oyun “Karakolda” değildir. O, Ankara Devlet Tiyatrosu’na geldiğimde oynadığım ilk oyundur.  Benim 1981 yılında tiyatroya serüvenim başladı ve 40. yılıma yaklaştığım bu zamanlarda hala doludizgin “tiyatro” denilen serüvenin içindeyim. “Ayakta Durmak İstiyorum” adlı oyun ilk oynadığım oyundur ve evet “Ben Feuerbach” ilk yönettiğim oyundur. O yıllarda “olmayan reji asistanlığı kadrosunun tek sahibi Ayşenil’dir” diye bütün tiyatro aralarında espri yaparlardı. Çünkü birçok yönetmenin, severek ya asistanlığını ya da yönetmen yardımcılığını yaptım. Sonunda bir gün DT Ankara Müdürlüğü “oyun yönetmek üzere projenizle gelebilirsiniz,” diye haber gönderince bunun üzerine dramaturjiden düzinelerce metinler alıp harıl harıl okumaya başladım. Bir gün kapım çaldı. Karşımda Selçuk Yöntem, bana bir metni uzattı. “Sen bunu bir oku” dedi ve arkasını dönüp gitti. Bana uzatılan metnin özel bir metin olduğunu hemen anladım elbette. Sonra metni okudukça oyun gözümün önünde canlanmaya başladı. Bitirir bitirmez telefonu açıp “Tamam ben bunu yapıyorum ve sen de oynuyorsun” dedim Selçuk’a. İşte “Ben Feuerbach” hikâyesi böyledir. Üniversite maceram ise; aklı fikri konservatuarda olan ama “Sen önce bir üniversite oku, sonra konservatuvar okursun” diyen ailemin doğrultusunda, gazetecilik eğitimine başladım. Onu hiç okumadım diyebilirim ama sonra ODTÜ mimarlıkta ciddi bir zaman geçirdim, diplomamı almadım sadece ve daha fazla dayanamayıp konservatuvarı bitirme sınavlarına girdim ve başardım ve bu kararımdan ötürü de bu 40 yıllık serüvenimde en küçük bir pişmanlık duymadım. “Bir daha dünyaya gelsem yine tiyatro yaparım” diyebilirim.

– Ana akım medya çoğu zaman hak ettiği yeri tiyatroya vermese de izleyicinin tiyatroya ilgisinin arttığı görülüyor. Klasiklerle birlikte çağdaş oyun yazarlarının metinleri de sahneleniyor. Bir oyuncu ve yönetmen olarak Türk tiyatrosunun bugünkü durumu ve geleceği hakkında neler söylemek istersiniz? Örneğin, bir dönem oyuncular, günümüz oyun yazarlarının yazdıkları arasında klasikler kadar güçlü metinler bulamadıklarından tekrar tekrar klasiklerin sahnelendiğini ileri sürüyordu. Yeni kuşağın üretimlerini kalıcılık ve nitelik açısından nasıl görüyorsunuz?

A.Ş.: Doğrusu ben bu tip düşüncelere katıldığımı söyleyemeyeceğim. Kendi yazarımızla yola çıkmadan kendi tiyatromuzun dilini oluşturma şansımız yoktur. O nedenle yazarlarımızın elinden çıkan her eseri üzerinde düşünmek, derinlemesine tartmak gerektiğini düşünüyorum. Özellikle son dönem gerçekten çok değerli eserler vermekte olan genç yazarlarımız var. Ben bu yazarlarımızın ve eskilerden Musahipzade Celal’in eserlerini son derece değerli buluyorum. Bugüne kadar da çok sayıda yerli yazarla çalıştım, bu da bilinir. Bu coğrafyanın anlatısını gelenekseli çağımıza taşıyarak oyunlar yapmayı seçtim. Ortaya çıkan sentez tiyatromuzda ilk görülenlerdendir ve bir yol açması adına değerlidir diye düşünüyorum. Grotesk, Geleneksel Türk Tiyatrosu ile mükemmel bir sentez oluşturuyor ve güzümüzün adeta gerçek dışı dünyasını anlatmakta doğru bir araç oluyor kanaatindeyim.

– 2000 sonrasında sinema da mesleğinizde önemli bir yer tuttu ve Onur Ünlü, Barış Pirhasan, Çağan Irmak gibi Türk sinemasının önemli yönetmenleriyle çalıştınız. Geçtiğimiz yıl ise Ümit Ünal’ın k, Büyü, vs. filminde rol aldınız. İzleyicilerin ne yazık ki filmi henüz sadece festivallerde izleme şansı oldu. İlk kez Ümit Ünal’la çalıştınız. Kendi adıma hem sizin oyunculuğunuzu hem Ümit Ünal sinemasını çok seven biri olarak bu buluşmadan çok mutlu oldum. Bugünleri atlattıktan sonra en kısa zamanda izlemeyi umduğumuz k, Büyü, vs.’den biraz bahseder misiniz? Ümit Ünal, bir röportajında sizinle yıllardır çalışmak istediğini ama bir türlü zamanı denk getiremediğini söylüyor. Sizin için nasıl bir deneyimdi?

A.Ş.: Sinemada yer almaktan gerçekten büyük mutluluk duyuyorum. Beni bir farklı heyecanlandırıyor. Ümit ile çalışmayı çok dilemiştim, o da öyle. Sonunda hakikaten bana çok uygun bir rol çıktı. “Aşk, Büyü vs”de işin büyü kısmı bendeydi. Bir büyücüyü oynadım, daha doğrusu büyü çözen bir kadını ve  heyecan verici ve keyifli bir süreçti. Bu kadar az sayıda insanla bu kadar küçük bir bütçeyle Büyükada’da bu kadar nitelikli bir filmi çekmek ancak Ümit Ünal imzasıyla söz konusu olabilirdi ve ne yazık ki “Aşk Büyü vs”  bir tek Antalya Film Festivali’nde seyirciyle buluşabildi. Biz filmimizi hep birlikte ilk kez görmenin heyecanıyla izledik, elbette beğenilmesini umduk, film bittiğinde izleyici ayakta ve salon “bravo”larla inliyordu. Hepimiz o kadar çok heyecanlandık ki, çünkü bu kadar büyük bir reaksiyonu gerçekten beklemiyorduk. Dolayısıyla festivalden birden fazla ödülle döndük. Ümit’in  o kadar yumuşacık bir otoritesi var ki, sizi ya da etrafı kırıp dökmeden incitmeden ustaca bir otorite kuruyor. Siz onun dediklerini yapıyorsunuz ama kendinizin yaptığınızı sanıyorsunuz. Bu da benim için çok değerli. Keşke şu günleri atlatsak ve Ümit yeniden bir film yapmaya karar verse ve ben de herhangi bir köşesinde duruversem. Aynı şekilde tabii ki benim için Onur Ünlü, Barış Pirhasan ve Çağan Irmak da çok değerli ve severek çalıştığım rejisörlerdir. Hele Onur Ünlü’nün “Sen Aydınlatırsın Geceyi” filminde erkek rolü oynamak beni inanılmaz mutlu etmiştir, bana bu olanağı sağladığı için onun gönlümde yeri bambaşkadır. Tabii Barış Pirhasan benim sinema anlamında ilk profesyonel tecrübemdir ve o dönem, çok sevgili dostlar kazandım Serra Yılmaz, Tomris İncer, Hale Akınlı gibi. Ve canım Çağan Irmak… Hiç unutmam, ormanda bir sahne çekeceğiz, Çağan bana  “Seni şöyle peri olarak -birazcık- uçuracağız” dedi. İşin gerçeği “yarım metre havalandırmak için amma da titizlendiler” diye de içimden geçirmedim değil ve motor dendiğinde kendimi bir anda ormanı panoramik bir şekilde görürken buldum.  Hala Çağan’ın aşağıdan “İyi misin Ayşenillll?” diye bağırışını hatırladıkça gülerim. Çok keyifli, masalsı bir film çıkmıştı ortaya.

– Televizyon izleyicisi sizi 1993’te yayınlanmaya başlayan Ferhunde Hanımlar dizisiyle tanıdı. Bu uzun soluklu dizinin ardından yine aynı ekiple Bizim Evin Halleri ve daha sonrasında birçok dizide izledik sizi. 90’larda yayınlanan dizilerin dijital platformlara yüklenmeye başlamasıyla ve özellikle bugünlerde kimi televizyon kanalları 90’ların ya da 2000’lerin ilk yıllarının sevilen dizilerini tekrar yayınlamasıyla şunu hatırlar mıyız acaba: Biz bundan yirmi, yirmi beş sene önce her bölüm yaklaşık otuz – kırk dakikada hikâyesini anlatan çok nitelikli işler izledik. Çoğu hafızamıza kazındı. Öyle ki bu soruyu sorarken örneğin sizin Meral Niron’la, Beyhan Saran’la sahneleriniz geliyor gözümün önüne. Dizi sektörünün yeni yeni geliştiği 90’larda çok daha özgün ve kalıcı işler yapılırken bugün hem işin mutfağında olanlar hem izleyici hikâyelerdeki tekrarlardan bahsediyor. Bugün özgün hikâyeler daha seyrek çıkıyor karşımıza. Bu sorun nasıl aşılır? Yeni hikâyeler bulmak ve anlatabilmek için ne gibi değişiklikler gerekir?

A.Ş.: “Ferhunde Hanımlar” benim için ilk göz ağrımdır. Hatta onun çok hoş bir başlangıcı vardır. Ben o yıllarda fena halde Ortodoks bir tiyatrocuyum, hiçbir biçimde televizyonda yer almam diye diretirken Melek Baykal  “Ayşenil bak biz bir dizi yapıyoruz, günlük bir dizi.  Hadi gel, hepimiz istiyoruz seni, bizimle ol” dedi. Ben de “Melek biliyorsun beni, televizyonda oynamayı… ” dememe kalmadan “Çocuğunun rızkı, okul masrafları… Delirdin mi sen? Ayrıca sabah 8’de yayına giriyor, toplasan 12- 13 dakikalık bir şey. Ne oluyorsun ya hu? Hem seni kim tanıyacak sabahın köründe televizyonda?”  diye çok kızdı. Eh, o zamanlarda ben tek tabanca DT maaşıyla çocuk büyütüyorum. Gerçekten sabahın köründe kim seyreder ki beni diyerek Melek’e “peki” dedim ve çekime girdik. Bir haftanın sonunda her yerde insanların dönüp dönüp bana baktıklarını fark ettim.  Hatta yanıma gelip “siz Meftune Hanım değil misiniz?” dediklerinde ben saf saf  “Hayır efendim ben Ayşenil’im” diyordum. Ve sonra anladım ki evet insanlar sabahın köründe karşısına geçip televizyon seyrediyorlarmış. Sonra arkası yarın formatında olan bu dizi daha da tutunca 45 dakikaya uzattılar. O zaman bile çok uzun dediğimiz dizi süresi ise günümüzde 120, 140 dakikalara kadar çıktı. Bu anlamda aslında haftada bir sinema filmi çekiyor bizim sektör. Tabii bu kadar uzadığı zaman senaryoda, çekimde gevşemeler, gedikler, oyunculukta falsolar kaçınılmaz olacaktır. Bu anlamda ben Amerika’nın hiçbir şeyine öyle çok özenmem ama film ve TV endüstrisine insan gerçekten özeniyor. O kadar keskin öyküler kuruyorlar ki… Sansürden arınmış bir senaryo üretimi hayata dair her konuya dalış yapabilen her açıdan çok keyifli işler sonucunu getiriyor, bunu da dünya pazarında çok da güzel satıyorlar.

– Evlere kapanmadan kısa bir süre önce rol aldığınız yeni bir dizi başladı. Bu dönemi atlattıktan sonra televizyonda sizi Hizmetçiler dizisinde izleyebileceğiz. Bu soruyu birkaç ay içinde eski hayatlarımıza dönebilme ümidiyle soruyorum: Bunun dışında önümüzdeki sezon için kesinleşen, rol alacağınız film, oyun ya da sahneleyeceğiniz bir oyun var mı?

 A.Ş.: “Hizmetçiler”in ne zaman “hadi” diyeceğini bekliyoruz. Dizilere bütün kapıların açılması ve bizim de korona denilen bu illetten sıyrılmamız lazım. Şu an için bir film projesi yok, ama tiyatro festivali için Özen Yula’nın bir üçlemesi var. Özen ile yan yana gelip bu üçlemeyi çalışmak gibi bir hayalimiz var.

– Son olarak, hazır evlerimizdeyken “Arkadaşlar, şu filmler, şu kitaplar beni çok etkilemiştir. Sizin de izlemenizi, okumanızı öneririm.” diyeceğiniz birkaç film ve kitap önerisi alabilir miyiz sizden?

A.Ş.: Murathan Mungan’ın her eserini okusunlar.  Keza Amin Maalouf çok severim, hangi eseri ellerine geçerse geçsin okusunlar. Tom Robbins de eğlencelidir. Film olarak “Dalgaları Aşmak”tan sonra beni derinden etkileyen “Maudie” oldu. Mükemmel bir film. Netflix’de yayında ve  TRT-2’de de gösterime girecek. Bence mutlaka izlesinler. Ve tabii, “1917”,  o tuhaf anlatımıyla çok değerli, sinema dili adına beni çok etkiledi. Öyle bir dünya kurulmuş ki, savaşın ne kadar gerçek üstü bir şey olduğunu insan iliklerinde hissedebiliyor. Bir de tabii Jojo Rabbit ve hatta Teneke Trampet ile peş peşe seyretsinler.

Normal hayatlarımıza döndükten sonra başlayacak ve devam edecek olan projelerin yanı sıra Bgst Tiyatro’nun Korona günlerinde izole yaşayan kadınların hikâyelerinin yer aldığı arkası yarın serisi, 11 Mayıs’tan itibaren Bgst Tiyatro’nun youtube kanalında yayınlanmaya başlayacak.

Önceki İçerikSiyah Tavşan’dan yeni EP: “Diyonizyak”
Sonraki İçerikİsmail Karayün’ün ilk albümü: “İnsan İnsanın Kılıcı”
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments