Caz üzerine…

"Çıkış noktası Amerika olarak tanıtılıp, Amerika’ya getirilmiş “etnik” siyahilerin köle olarak kullanılmasıyla tanıtılan “evrensel” olan caz’ı, tanıyalım."

0

Merhaba cazdan bahsetmeden önce müzik terimini tanımlamakla işe başlayabiliriz. Zira karşılaşacağınız müzik tanımlamalarının daha önce karşınıza çıkmadığına eminim.

Önce fizik bilimi açısından sesi tanımlamamız gerekiyor. Ses herhangi bir maddenin moleküllerinin hareket ederek oluşturduğu titreşimdir. Yani diyor ki ses hareketle oluşur. Bu bilimsel ses tanımından sonra bilimden ne kadar uzakta tanımlarsak o kadar mutlu olacağımız müzik tanımlamalarına geçelim.

Önceliğimiz politik müzisyenler olsun; porteye dizildiğinde notaların sesle örgütlenmesiyle vücut buluşudur müzik ya da Rachmaninoff’un iki numaralı do diyez minör prelüdünde tam da açılışta yani fortissimoda duyduğumuz lamajör’dür müzik. Schopenhauer’in deyimiyle de açıklayalım; malum, eğer vurucu bir tanım vurucu bir yazı olabilsin diye üstatlardan alıntı yapmamız şart. “O, yoğun duygu sanatıdır” demiş üstat. Kısa ve net! Adorno’nun müzik tanımından bahsetmesem şişerim. Zira kötü ya da iyiyi ayırmadan yapmış tanımını. Adorno’yu tanıyorsanız onun tarzının da zaten bu olduğunu biliyorsunuzdur muhtemelen. Seslerin sıralanışı mantığa benzetilebilir diyor. Biraz önceki sesin bilimsel tanımından yola çıkarsak; her hareket mantıksal bir çerçevede ele alınabilir demek de istiyor olabilir. Üstatlar böyledir. Bir şey derken on şey deyip bizi etkiliyorlar. Devam edelim. Fakat söylenmiş olan şey müzikten koparılamaz diyor. Muhtemelen burda da söylemek istediği şey; her hareketin bir ses olduğu. Acaba fizikle de ilgili miydi diye düşünüyorum. Teşekkürler üstatlar yazı sayenizde istediğimiz vuruculuğa ulaştı. Üstat demişken ünlü Hint müzikologlarından, hatta tarihteki ilk müzikolog olarak kabul edilen bir üstadımız da ki adını vermek istemeyişimin nedenleri en azından şimdilik sizi ilgilendirmez, Hint estetiğinin temeli olan, sevgi, mizah, trajedi, öfke, kahramanlık, terör, nefret, merak ve sükûnet duygularının canlandırıldığı, bir derin düşünme, yoğunlaşma ve ibadet şeklidir diyor. Benim en beğendiğim tanımı ise bir caz üstadı olan Charlie Parker, ilginç bir metaforla açıklamış. Buyrun;

“Asansördesin, birileriyle konuşuyorsun ve tuhaf bir şey hissetmiyorsun. Bu arada ilk katı geçiyorsunuz. Onuncuyu, yirmi birinciyi.. kent aşağıda kalıyor. O sırada sen içeri girerken başladığın cümleyi bitiriyorsun. İlk sözcüklerin ile sonuncular arasında elli iki kat var. Saksafon çalmaya başladığım zaman bir asansöre biniyordum ama bu bir zaman asansörüydü.” Biz bu tanımdan yola çıkacağız çünkü konumuz başlıktan da anlaşıldığı üzere caz!

Frases de Charlie Parker

Çıkış noktası Amerika olarak tanıtılıp, Amerika’ya getirilmiş “etnik” siyahilerin köle olarak kullanılmasıyla tanıtılan “evrensel” olan caz’ı, tanıyalım.

Siyah arkadaşlarımızın kendi topraklarında hiçbir şeye inanmadan yaşadığına inanan Hristiyan beyaz arkadaşlarımız, onlara dini götürüp ehlileştireceği yalanını düşündürmeyi hedefleyerek, bir taraftan da; “kaç kafiri Hristiyan yaparsak o kadar daha çok cennete gideriz” mantığıyla hareket ettiklerini apaçık ortaya koyuyorlarmış gibi. Bu klasik sağ siyaseti hepimiz yakinen tanıyoruz sanırım. Zaten sorsan blues kiliseden çıkma müzik derler. Yesinler kilisenizi. Hani köleleri oraya siz yerleştirmiştiniz? Tarihsel açıdan bu köle ticaretinin yapıldığı zamanları incelersek Amerika’nın büyük bir ekonomik krize yakalandığı zamanlar bu zamanlar. Peki ne ilgisi var caz ile? Hemen vereyim ek bilgiyi size. Amerika yaşanan kriz nedeniyle ordudaki yani bandodaki enstrümanları satmaya başlıyor. Amerika mı satıyor? Tabii ki hayır. Askerler kendi insiyatifleriyle bunu yapıyorlar. Bu saatten itibaren caz müziğine trompet, trombon ve klarnet giriyor. Neden mi? Çünkü kölelerimiz bu işi biliyor.

Dixieland Jazz Band (1916)

Siyahlar arasında müziğin çok önemli bir yeri vardı. Doğum, cenaze törenleri, düğünler ve her türlü kutlama basit ama güçlü bir müzik eşliğinde yapılıyordu. Dönemin ilk caz müziği örnekleri; senkop denilen aksak ritmiyle bilinen ragtime, hüzünlü ağır tempolu olan da blues. Siyahlarca kilise ayinlerinde söylenilen ilahiler olarak bilinir. İlk caz topluluklarında genellikle davul, piyano, banço, tuba, trompet, trombon ve klarnet kullanılırdı. Daha sonraları tuba yerine kontrbas, banço yerine de gitar çalınmaya başlandı. Melodinin ritmini cazın ana öğesi olan temel vuruş oluşturuyordu. Bu vuruşun adı habanera vuruşudur. Stabil bir ritme aksak havası veren bu vuruş genelde ölçü içinde güçlünün sürekli yer değiştirmesi ile oluşur. Bilen bilir. Caz terimi ilk olarak batı kıyısında ortaya çıkmış ve Chichago’da 1915’lerde yapılan müziği tanımlamak için kullanılmıştır. Bu zamandan önce de New Orleans’ta yapılsa da caz olarak tanımlanmamıştır.

Caz müziği Amerika’da ortaya çıkıp dünyaya yayılma sürecince bir çok  alt türe (New Orleans, Swing, Kansan, Çingene cazı, Bebop, Cool, Avangart, Serbest caz, Latin caz, Füzyon, Caz rock, Smooth, Caz funk, Etno caz, Asit caz ) ayrılmış ve sayısız müzik türü ve geleneğiyle etkileşime girmiştir.

Gel gelelim cazın küreselleşme sürecine. Köle olarak çalıştırılan hiç kimsenin, mutlu olamayacağını düşünen arkadaşlarımız, bu kölelerin kendi müziklerini duyunca mutlu olduklarını görmüşler. Kim kölesinin mutlu olmasını istemez ki? Mutlu bir köle, matematikte sorun çıkarmayan bir köleye eşittir. Hemen harekete geçip radyolara para karşılığında, yine zorbalıkla blues ve caz çaldırmışlardır. Bu kötü mü? Elbette değil. Elbette iyi. Ama Kafka’nın da dediği gibi; “İyi, bir bakıma iç karartıcıdır.” yalnız siyahilerin de bu beyaz arkadaşlara bir sürprizi vardı. Kendi müziklerini beyazların da dinleyip mutlu birer birey olmalarını isteyen siyah arkadaşlarımız, bir şekilde kendilerini beyazlara dinletebilecekleri bir platform olarak, porno sektörünü tercih etmişlerdir. Beyaz arkadaşlarımızın caz ile ilk münasebetlerinin bu olduğu tarih kitaplarında da açıkça belirtilmiştir. Hâlâ caza erotik müzik diyen arkadaşlarınıza, porno izlemekten vazgeçmelerini söyleyebilirsiniz.

Çok sonra klasik müzikle tanışan siyah arkadaşlarımız, saksafonun da kendi müziklerine “adaptasyonunu” çok başarılı bir şekilde sağlamışlar.

Gel gelelim küreselleşme sürecinin politik başlangıcına;

Politik olarak bu müziğin en iyi temsilcisinin Nina Simone olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

Nina şarkılarında devrimci arkadaşlarının ağaçlarda asılmasını, üniversite konserlerinde on sekiz bin öğrencili bir kampüste “Neden sadece 300 arkadaşımıza yer veriyorsunuz? Şarkılarımı, sadece buradaki 300 siyah arkadaşım için söyleyeceğim.” diyen bir arkadaşımız. Hatta çok sevdiğim bir arkadaşımın tabirini kullanarak ona da selam göndermeden edemeyeceğim. O kadar yazdım müsaadenizle. Nina; bizim “Siyah Lalemiz”. Tanımlamaya açıklık getirirsek; yerinden edilince çok kısa süre hayatta kalabilen, zor elde edilen bir renk olduğu için laleler içinde apayrı bir öneme sahip biricik bir çiçek imiş siyah lale.. Bu sahneyi Netflix’teki Nina Simone Belgeselinden izleyebilirsiniz. Netflix üyeliğiniz yoksa da daha önce yazdığım “İsyanın Azizesi Nina” başlıklı yazıyı okumanızı tavsiye ederim.

Platon, devletleri, müziğin anarşizmi uyandırabileceğini, çok kolay bir şekilde aynı çatı altında toplayabileceği hususunda uyarmıştı. Hatta bir dönem kilisede “artık akorlar” yasaklanmıştı. Çünkü bu artık akorlar (şeytan aralığı olarak da bilinirler) insanları anarşiye çok kolay adapte edebilirmiş.

Yeri gelmişken Platon’u sevmediğimi belirtmek isterim. Devletçi bir insan olsam severdim belki. Sanat devletlere ihtiyaç duymaz. Tıpkı sanatçının da duymadığı gibi.

Nina bize daha o zamanlarda Caz’ın sol bir müzik olduğunu, bir haykırış olduğunu anlattı aslında.

20.yy da beyazlar daha yeni yeni Caz’ın müziğin solu olduğunu, sadece müzik olmadığını, aynı zamanda bir felsefe olduğunu, müzik otoriteleri de armonik alt yapısının aslında barok döneminde şifreli bas olarak adlandırılan doğaçlamayla desteklendiğini ve klasik müzikten etkilendiğini söylüyor ki; biz, barok döneminde de cazın varlığını kabul edelim. Ne yazık ki etmiyorlar.

Gerçekten anlatılmak istenen şeyi duyuyor muyuz müzikte, yoksa dinlediğimiz müziklerde kendi hatıralarımız mı canlandırılıyor beynimiz tarafından bilinmez. Ama hiç kimse John Coltrane’nin Japonya’ya gidip atom bombasının atıldığı yerde, hatırı sayılır bir süre durup, oturup yoğunlaştıktan sonra yazdığı şarkıda ne anlattığını dinlerken bilmiyor, belki de başka hatıralar yâd ediyor… Bir sonraki yazı da John Coltrane’de buluşmak üzere…

Önceki İçerik1966 Son Saat Amatör Orkestralar Yarışması birincisi; Siyah Gölgeler
Sonraki İçerikDenge’sel boşluğum kütleme az gelmişti
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments