Felaket Güzelsin Çernobil

0

Son kitlesel yok oluş bundan tam 65 milyon yıl önce gerçekleşti. Dünya’ya çarpan 1,2 km. çapındaki bir nükleer reaktör/santral, gezegene 165 yıl boyunca hükmeden dinozorların neslini tamamen yok etti. Uzaylılar tarafından fırlatılan bu nükleer reaktörün hedefini gram şaşmamasında şaşılacak hiçbir şey yoktu aslında. Ne de olsa onlar adı üstünde uzaylılardı.

Hazin olaydan milyonlarca yıl sonrasına, 1986 senesine geldiğimizde, felaket açısından aslında pek de bir şeylerin değişmediğine tanıklık ediyoruz. Şöyle ki:

Yer, Ukrayna’nın şirin mi pek şirin olmayan bir kasabası. Adı Çernobil ve Çernobil diye de bir nükleer santrali var. Hizmete gireli yaklaşık üç yıl olmuş. Üç yıldır deli gibi elektrik üretmekle meşgul. Fabrikalarla örülü dev bir endüstri kendisinden soruluyor. Elektrikle çalışan ne varsa onun eline bakıyor. O da tabana ve bele kuvvet ne varsa bünyede gazlamaya devam ediyor. Fakat o da ne! Bir sorun var: Çiçeği burnunda nükleer santralimizin bir an önce testten geçirilmesi gerekiyor. Testi gerçekleştirecek olanlar da santrali işletmekle sorumlu teknikerler, mühendisler ve onların başındaki andavallar. Tepedekilerin tek derdi, Moskova’daki merkez yönetime yaranmak ve kariyer basamaklarını hızla tırmanmak. Bu uğurda yavaş ve emin adımlarla ve pürdikkat uygulanması gereken tüm prosedürler baştan savma, hatta atlanarak gerçekleştirilebilir pekâlâ; yeter ki nasır bağlamış açgözlülükleri biraz olsun bastırılıp doyurulabilsin. Sonuçta söz konusu olan, ne dev bir yıldız ne de nükleer yakıtı ayyuka çıkmış başka bir nevale. Yıldızların ancak atom altı seviyesi olabilecek büyüklükte minik mi minik bir nükleer santral. Adı da Çernobil. Ukrayna’nın güzide bir kasabasının da adaşı aynı zamanda. Tabii kasabalar ne kadar güzide olabilirse.

Bütün bunlar bir girizgâh aslında. Bir süredir ortalığı kasıp kavuran Çernobil adlı mini diziyi ortaya servis etme yolunda bir ön çalışma. Kendisi HBO’un çiçeği burnunda ve müstakbel harikalarından biri.

Nasıl da güzel güzel ve aheste aheste götürüyorlar bizi iğrenç 80’lere… Nasıl çirkin kıyafetler, gri mi gri nasıl berbat bir atmosferdir ki o, bilinçaltından asla kazınmıyor. Ve yerlerde sürünüyor, vatkaların ağırlığında ezilmiş omuzlar. “Hiç mi estetik aforizmalar kapmadınız 60’lar ve 70’lerden; kalıbınızdan utanın be 80’ler?!” demek bile gelmiyor içinizden. Her şeye rağmen diyorsunuz ve demelere mesai ayırıyorsunuz yine de. Çünkü dizi çok güzel. O kadar ki; o yıllara gittiğinizde, bakan kisvesinde gerzek bir politikacının ekranların karşısına geçip, “Bakın, bu çaylarda radyasyondan eser yok; ben de gönül rahatlığıyla içiyorum…” deyip, pişkin pişkin çayını yudumlamasını bile anında hatırlatıyor size. Öfkelenmeniz de aynı hızda tecelli ediyor elbet. Kansere kurban giden onca insan geliyor gözünüzün önüne. “İnsan hayatı bu kadar mı ucuz olur ve hep mi böyleydi bu ülkede?” diye sormadan edemiyorsunuz, ölümün o zavallı gözlerinizin her önüne gelişinde.

Diziye dönelim hadi… Felaketin nasıl adım adım gerçekleştiğini olay örgünsünün merkezine koyan naçizaneye.

Zaman skalası 26 Nisan 1986’yı gösteriyor. Gezegenin pek çok noktası için ılık ve gri bir bahar günü; Çernobil’deyse sıradan ve soğuk bir gün. Nükleer felaket için ortam haddinden fazla müsait…

Dizi, olayı araştırmakla görevli bilim insanının kendini asmasıyla başlıyor, desek yeridir. Başlangıç noktası da bir flashback / geçmişe dönüş aslında ve dizinin pek çok yeri bunlarla kaplı. Kendini asmadan önce de olay hakkında doldurduğu bir dizi kaset kaydı evin civarındaki bir yerlere zulalamayı ihmal etmiyor. Bunu yaparken de KGB ajanları tarafından dikizlendiğini ve son derece dikkatli davrandığını fark ediyoruz. Çöpleri dökme ayağına kasetleri gizleme ve evin dönüş anı da minik trajedinin başlangıcını oluşturuyor ve sandalyeyi itelediği gibi, koca bedenini boşlukta sallandırması bir oluyor.

Dönüyoruz santrale… Her zamanki gibi sıradan bir çalışma günü ve her şey normal görünüyor. Sabahın köründe işbaşı yapan işçiler paldır küldür radyasyon solumaya girişiyorlar. Emek hiç bu kadar aktif ve radyoaktif olmamıştı. “Nükleer bir santral kuruyorsan, o civarda yaşayan herkesi nükleer enerji ve kullanımı hakkı bilgilendirmek ve bilinçlendirmek zorundasın. Radyoaktivite nedir, radyoaktif madde neye denir, bunların sonucunda açığa çıkan radyasyonun insan vücuduna olan etkileri nelerdir, nelerden kaçınmak, nelere dikkat etmek gerekir… ve bunun gibi daha bir çok nevaleyi öğün başı ana yemeklerle birlikte herkese yedirmelisin. Ama nerede o duyarlılık?! Gezegenin hangi noktası, hangi kurtarılmış bölgesinde?! Hele bir de zaman düzeneği/ayarı 80’leri gösteriyorsa, ara ki bulasın o duyarlılığı.

Ve işte patladı, ölüm makinesi reaktörün nükleer çekirdeği… İtfaiye erimizin hamile eşi olayı mutfak balkonundan izliyor… Onun için iğrenç, insanlık için daha da iğrenç bir manzara. Ve hiç kimsenin olacaklar hakkında en ufak bir tahmini bile yok! Bir grup insan, nehrin üzerindeki bir köprüde durmuş, uzaktan, yanan bir kibrit çöpünü andıran nükleer reaktörü izliyorlar… Küller yavaş yavaş gelmeye başladı bile. Onların kül değil de, havaya karışmış ve en kuvvetli zehirden çok daha beter radyoaktif birer atık olduğunu biri söylese mi acaba? Ama kim?

Bu soru çok önemli işte: “Ama kim?” sorusu. Zira konunun en başat uzmanları bile, dev bir rejimin ardına gizlenmiş devletin kendine bile açık etmeye korktuğu bazı gerçekleri çoktan örtbas etmiş durumda. Ne devletin ne de rejimin, karşıt uçta yer alan ABD’yle olan soğuk savaşta en ufak bir itibar zedelenmesine tahammülü yok zira. Dünya inanılmaz bir felaketle karşı karşıyaymış, milyonlarca insanın hayatı tehlikedeymiş, kimin umurunda?! Savaşlar, istilalar ve soykırımlar da aynı nedenden dolayı başlatılmıyor mu zaten?.. Ülke denen batasıca sınırları çiz, içindekileri kutsa ve sırf kendini haklı çıkarmak ve yüceltmek adına geri kalan her şeyi yok say, asla önemseme! Hepsi de, lanet insan genetiğinin dinmeyen ve asla da dinmeyecek yarası ırkçılığa ve ayrımcılığa hizmet etmek için varlar sonuçta.

Olay yerine ilk intikal edenler, her zamanki gibi itfaiye erleri oluyor… Yangın ve getirisi dumanın bacayı sarmadan halledilmesi gerekiyor. Ve fakat nükleer bir bacanın diğer bacalara hiç benzemediğini anlamanın bedeli nedir, hiçbiri de bilmiyor. Başlarına gelebilecek en acı ölümü tadana dek de bilemeyecekler maalesef.

Reaktörün içiyse çok daha beter durumda tabii ki… Ancak kumanda merkezi ve yönetim odası için henüz ciddi bir tehlike söz konusu değil. Olan, patlayan nükleer çekirdeğe doğru kademe kademe içeri gidildikçe boy göstermeye başlayan işçilere ve teknikerlere olmuş; ama ne olma! Çoğu patlamayla birlikte paramparça olmuş. Radyoaktif sızıntının onlara yavaş yavaş yaşatacağı sonsuz acıyı yaşamadan gittikleri için şanslılar belki de. “Ve ölüm şeklinin seçiciliğine dayalı böyle ironik cümleler kurmak da kendi içinde başlı başına bir trajedi, o ayrı” demeden edemiyor insan. Kadrajlar parçalanmış cesetleri göstermeseler de, sırf felaketin etkisini azaltmak adına hayatları pahasına olaya müdahale eden ve maruz kaldığı radyasyondan kanlar içinde erimeye başlayan emekçileri göstermeyi ihmal etmiyor. Bu bile olayın vahametini anlamaya yetiyor ve yaşananları giderek daha da korkunç kılıyor bakan gözlere.

Kontrol odasına geldiğimizdeyse, dehşete kapılmış birkaç mühendisle karşı karşıya kalıyoruz. Başlarında olan en yetkili isim, Anatoly Dyatlov adında kötüler kötüsü bir karakter. Onun günah keçisi olarak sunulacağı o kadar net ki, kadrajın akıttığı diğer görüntüler son derece fulü, son derece sönük kalıyor yanında. Herkese tepeden bakan, herkesi acımasızca aşağılayan, sevgisi de dâhil insana dair neyi varsa kıçına kaçmış, öylesine sevimsiz bir yaratık ki, etrafındakiler için asla tanımlayamayacakları bir korku mabedine dönüşmüş çoktan. Yanındakilerin olay hakkında öngördükleri, tahmin ettikleri ya da sundukları hiçbir şeye itibar etmiyor, hepsini de yetersizlikle, bilgisizlikle ve hatta salaklıkla suçluyor. Karakteriniz yerlerde sürünüyorsa, onu ayağa kaldırmakla geçmez ömrünüz; siz de sürüne sürüne ve bundan büyük keyif ala ala devam edersiniz yolunuza. En berbat şeyler bile güzel görünür gözünüze; kötüsünüzdür çünkü.

Kumanda odasında herkes birbirini suçlarcasına birbirine bakıyor ve bir sorumlu arıyor… Ama Dyatlov denen insansı, kendisi dışında herkesi teker teker suçlu ilan ediyor. Ve “Beş para etmez birer salaksınız!” diye aşağılamayı da ihmal etmiyor. Kadraj, kısa bir süre reaktör çekirdeğinin yakınındaki hemen her çalışanın kızgın tavaya konulan tereyağı misali canlı canlı eriyişine tanık olmamızı istedikten sonra, kendisini yönetim odasına çeviriyor. Hepsi birbirinden sünepe, yapış yapış kişilikler…. Ne de olsa yönetici hepsi de. Bu içinde bulunduğumuz ülke düzlemine hiç de yabancı olmayan bir görüntü. Üstelik otuz küsur yıl öncesi ya da sonrası olması bir şeyi değiştirmiyor. Hiçbir şey değişmemiş, her şey aynı çünkü. Hatta daha da kötüye gitmiş ve siyasetin içine dalmış hemen herkesin halkı sömürdükçe sömüren, kanını iliğini kurutan birer sülük, birer asalak olduğunu bizlere göstere göstere bir hâl olmuş. Sonuçta hepsi de yaklaşan kitlesel tehlikeyi bile görmezden gelip, sadece günah keçisi bulmak ve olaya çok küçük çaplı bir yangın süsü vererek, olanları örtbas etmeye çabalamakla meşgul.

Dyatlov asabiyetine tam gaz soruyor baş mühendisine: “N’oluyor lan santralde?! Bu olanlar da neyin nesi?!”… Baş mühendis olanları geniş çaplı tetkik ettikten sonra, “Reaktör çekirdeği patladı,” diyor Dyatlov’a… Dyatlov’ın asabiyeti ve öfkesi bu sefer nirvanaya ulaşıyor ve yüce katından başını aşağıya çevirip şöyle diyor: “San salak mısın lan?! Bu nasıl mümkün olabilir; bok çuvalı andaval?! Reaktör çekirdeğinin etrafındaki muhafaza tribünleri ve jeneratörler patlamıştır olsa olsa.” diyor. Çünkü ona göre devletçe/rejimce belirlenen tüm prosedürler harfiyen yerine getirildi ve en sonunda da güvenlik amaçlı santrali tamamen devre dışı bırakan düğmeye basıldı. Yani bu aşamadan sonra, etkinliğine kısa süreli de olsa son verilmiş bir nükleer çekirdeğin patlaması imkânsız. [Bu arada o kadar sinir olmuş, öylesine öfke kuşanmışız ki elemana, onu oynayan oyuncunun adını zikretmeyi unutmuşuz: Kendisini Paul Ritter canlandırıyor. Ama ne canlandırma! Şu art arda gelen cümleler bile, kötü karakterleri canlandıran oyuncuları (nam-ı diğer karakter oyuncuları) önce ekran karşısında, sonra da gerçek hayatta sözlerle ve hatta tekme tokatlarla linç etme genetiğimizin en bariz göstergesi değildir de nedir, sorarım size!]

Olay ve gerçekler hiç de öyle değil tabii ki! Olayın boyutları çok daha vahim çünkü. Santralin test edildiği son iki günlük süreçte, tek tek uygulanması gereken pek çok aşama es geçilip, hemen her şey aceleye getirilmiş ve bunu kimse bilmiyor. Çünkü asıl amaç, yönetici kademe açısından testten başarıyla çıkılması durumunda olası bir terfi alma durumunu hızlandırmak ve Moskova’daki ana rejime şirin görünmek. Kaldı ki Moskova’daki rejimin kendisi de santralin kurulduğu andan itibaren bilimsel yöntemlerle birer birer tespit edilen ve bir kitapçıkla kayıt altına alınan uygulama noktalarının bazılarının üstünü çizmek suretiyle yönetmeliğe sadık kalmamış ve bu ölümcül hatasını kapatmak üzere gizli örgütü ve celladı KGB’yi (Tıpkı ABD’nin CIA denen celladı gibi) bizzat görevlendirmiş. Milyonlarca canın pahasına, hatta gezegenin geleceği pahasına da olsa rejim asla hata yapmaz sonuçta(!)

Kapitalizm kusmuğunda boğulmaya devam et sen; sosyalizm ve komünizm senin neyine, gerzek insan soyu!

Hamile bir kadının patlamanın ardından yangını söndürmekle görevli itfaiye eri kocasını hastanede görmeye gittiği andan itibaren yaşananlar dizgesi, dizinin en trajik sahnelerinden birini oluşturuyor. Hastane önünde barikat kuran güvenlik görevlilerini bir şekilde ekarte edip, hastaneden dalıyor içeri. Fakat o da ne?! Bağdaş kurup arkadaşlarıyla iskambil oynayan müstakbel eşi birkaç yanık dışında gayet iyi görünüyor. Ancak bu yanıltmasın sizi; hiç hem de! Radyoaktif maddeyle yakın temasa maruz kalan eşi de diğer mesai arkadaşları gibi yavaş yavaş ve için için yanıyor, eriyor aslında. Çünkü vücudu, bir insanın röntgen çekilirken maruz kalacağı radyasyonun yüzlerce, binlerce katına maruz kalmış durumda. Bu da, bilimsel açıdan kemik iliğine doğrudan hücum eden radyasyonun yaktığı her noktada, her sinir ucunda anbean dayanılmaz acılar ortaya çıkarması demek. Daha berbat bir ölüm şekli varsa beri gelsin, ya da bir adım öne çıksın lütfen! Ancak daha da trajiği var, sıkı durun: Eşini kaybettikten ve ortalık biraz durulduktan sonra, onca uyarıya rağmen eşiyle kurduğu yakın temas yüzünden kendisine de sirayet eden radyasyon sonucu bebeğini düşürüyor… ve öğreniyor ki, kendisinin maruz kalacağı radyasyonun neredeyse tamamını emip terk-i diyar eylemiş bebeği. (Emmek kavramının bebekler için başka anlamlara da gelebildiğine tanık olmak ne acı!) Bu noktada dizinin en anlamlı sözü de, ülke genelindeki nükleer enerji enstitülerinden birinin başında bulunan “Ulana Khomyuk” rolündeki Emily Watson’dan geliyor ve şöyle diyor Khomyuk yanındakine: “Bu ülke, anneleri yaşasınlar diye çocukların kendilerini feda ettikleri, doğmamış, doğamamış çocukların ülkesidir!” Gezegenin tamamı için söz konusu olsa da aslında, ne kadar da anlamlı bir distopya göndermesi; çünkü söz konusu olan, yedi milyon yıllık evriminde gezegenin zarar vermediği tek bir noktasını bırakmayan lanet insan soyu ve onun geleceğinden başkası değil.

“Bu sözlerin sahibi Khomyuk’un yanında kim var, kime sarf ediyor bu sözleri?” derseniz, “Valery Legasov rolündeki Jared Harris’ten başkasına değil,” derim tam da bu noktada. Hani, dizinin en başında, elindeki çok önemli belgelerin kayda alındığı kasetleri güvenli bir yere zulaladıktan sonra kendini asan, rejimin üst düzey siyasi yetkilisiyle birlikte olayı araştırmak ve soruşturmakla görevli Nükleer Enerjiler Komisyonu baş sorumlusu olan zat, nam-ı diğer geniş yürekli bilim insanı. Maruz kaldığı radyasyon yüzünden kısa sürede kanser olacağını ve cartayı çekeceğini bilen ve gerçeklerin ortaya çıkarılması uğruna tüm rejimi ve KGB’yi karşısına alma pahasına da olsa, bildiklerini ve gördüklerini cesurca anlatan, doğrudan şaşmayan koca yürekli bu insan, bilimin ve bilim insanının misyonunun ne olduğunu ve bunu yılmadan nasıl sergilemesi gerektiğinin kanlı canlı örneği. Ve hatta hatta geçtiğimiz yüzyılın Giordano Bruno’su. Nasıl da abarttık, nasıl da ipin ucunu kaçırdık böyle! O kadar masum değil aslında bilim ekselansları. Hatta Khomyuk,“Yaşananları ve gerçekleri ortaya çıkarmak bizim en birincil görevimiz ve bunu önce tüm gezegen, sonra da gelecek kuşaklar için yapmak zorundayız!” diye kendisine baskı yapmasa, rejim ve KGB’den çekinip sinecek ve mahkemede onların ağzıyla konuşarak, onların sesi olmaktan, gerçekleri hasıraltı etmekten çekinmeyecekti kuvvetle ihtimal.

Legasov’un yanında, SSCB Komünist Partisi’nin son genel sekreteri Mihail Gorbaçov tarafından bizzat olayı soruşturmakla görevlendirilen, bakanlar kurulu başkan yardımcısı pozisyonundaki Boris Shcherbina var ve oyuncu Stellan Skarsgård tarafından muazzam bir şekilde ekran önüne getiriliyor. Aslında dizinin en küçüğünden en büyüğüne her türlü rolü muazzam bir şekilde kotarılmış desek yeridir. Hiç mi boş işini göremeyeceğiz sevgili HBO?! Yazık bize!

Boris Shcherbina’nın siyasi kimliğinden dolayı özellikle başlarda çizdiği karakter son derece itici olsa da, dizi ilerledikçe giderek Legasov’dan yana bir tutum alması, kendisini neredeyse sevimli, şirin bir karaktere dönüştürüveriyor. Politikaya bulaşmış bir benlik ne kadar sevimli ne kadar şirin olabilirse o kadar tabii. (Birkaç yıl sonrasının ve değişen rejimin başat karakteri Boris Yeltsin’i çağrıştırması da hiç hoş değil, o ayrı tabii.) Kendisinin ağzından dökülen en trajik kelamsa (nedense dizinin tüm başat karakterleri sezon boyunca trajik kelamlar savurmaktan kendilerini alamıyorlar) maruz kaldığı radyasyondan dolayı birkaç yıl içinde kanserden öleceğini Legasov’un ağzından öğrendikten sonra çıkıyor: “Rejimin bir kurban seçmesi gerekiyordu, o da ben oldum. Çünkü ben bir çiftçi ve emekçi çocuğuyum ve onlar gibi değilim; rahatlıkla harcanabilirim o yüzden de. Sosyalist ve uç boyutta komünist bir rejimin özütünü oluşturan emek ve emekçi bağlamına çok ironik bir gönderme bu. Keşke sosyalist ve komünist düzenin kendisi yerine, onun ikiyüzlü ve bencil insan doğasıyla asla bağdaşmayan, asla bağdaşmayacak olan özüne dair bir gönderme olsaydı da tüm bunlar, dizi bize sosyalizmi ve komünizmi bir öcü gibi göstermekten biraz olsun imtina edebilseydi. Sonuçta amaç her zaman aynı: Kapitalizmi yüceltmek ve onu şu aşamada alternatifi olmayan en etkin düzen olarak kakalamaya devam edebilmek. Ama ne yalan söyleyeyim; dizinin muhteşemliği bu tür olumsuzluklarını kapatmaya yetiyor da artıyor bile.

Sonuç mu:

Temizlenmesi 48 bin yıldan fazla sürecek bir doğa parçası. Onlarcası olay anında, binlercesi de olayı takip süreçte olmak üzere yitip giden hayatlar; sadece Ukrayna’da değil, o zamanki adıyla SSCB’ye bağlı pek çok ülkede ve civardaki diğer ülkelerde –ki buna ülkemiz de dâhil- başta troid kanseri olmak üzere pek çok kanser çeşidinde ölümcül bir patlama ve gezegenin her noktasına yayılan zehirli mi zehirli bir radyasyon bulutu… Daha ne olsun?! Gezegenin şımarık laneti insan, tutup da kendi eliyle bir yerlerde arka arkaya nükleer bombalar patlatmadıkça, daha ölümcül ve kalıcı bir felaket gelmiyor insanın aklına.

Evet, “Rejimler, sistemler hata yapmaz; hata yapan sadece insanın kendisidir!” gibi berbat bir yalanı temcit pilavı gibi tonlarca yıldır öne sürer durur insanoğlu. Sanki o rejimi ve sistemi kuran kendisinden başkası değilmiş gibi. Ve işine ne geliyorsa odur; çevir gazı yanmasındır, nabza göre şerbet şerbet eroindir gezegen için insan. Yedi milyon yıllık berbat bir hikåyedir insan. Yeryüzünün gördüğü, gerekliliği asla anlaşılamamış tek türdür insan. Durmadan dinler ve tanrılar yaratan ve her seferinde tepeye kendisini koyarak bir tapınma ve kutsanma döngüsü yaratan bir lanettir insan!

Kuvvetle ihtimal, ikinci sezonu ya da devam sezonları gelmeyecek dizinin… Niye gelsin ki hem; Çernobil’e dair ne kaldı ki geriye?!.

Kenan Yaşar
Önceki İçerikFreddie Mercury’nin “Time Waits For No One” parçasının yeni bir versiyonu bulundu
Sonraki İçerikYıldız Sarayı koleksiyonundaki Çarlık Rusyası fotoğrafları Moskova’da
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments