Godard Makinesi: Edebiyat ile Sinema Aşkı | Merve Yakut Söyleşisi

"Sinemayı belkemiği haline getirmiş bir roman yazma, sanat filmleri çeken bir yönetmeni anlatma fikri yeniydi ve beni çok heyecanlandırdı."

0
Merve Yakut / Fotoğraf: Erik Torstensson

Godard Makinesi beni ilk olarak ismiyle cezbeden bir kitap. Bir edebiyat sever olarak edebiyatın en çok sinemayı etkilediğini; sinema için çok önemli bir damar niteliğinde olduğunu bana yeniden hatırlatması açısından da Godard Makinesi kıymetli kitaplarım arasına girdi diyebilirim. Edebiyat ve sinema disiplinini bir araya getirmesi açısından da önemli bir yere koyacağımız romanı bitirdiğimde hem güzel bir kitap hem de gözümün önünde canlandırdıklarıyla (neredeyse sekans sekans) güzel bir film izlemenin mutluluğunu yaşadım.

Dedalus Yayınları tarafından yayımlanan, Merve Yakut’un ilk romanı olan Godard Makinesi yukarıda bahsettiğim sebeplerden dolayı benzerine çok az rastlayabileceğimiz bir roman. İyi ki de öyle çünkü edebiyat dünyamızın sinema sanatıyla bağ kurabileceği bu tür romanlara ihtiyacı var. Godard Makinesi bu anlamda okuyucuya ve sinema severlere ardında bambaşka dünyalar bulabileceğimiz güzel kapılar aralıyor.

Merve Yakut ile yapmış olduğum söyleşiyi okuyun lütfen. Edebiyat ve sinema adına bizleri cezbeden, merak okyanuslarına daldıran hemen hemen her detayı konuştuk. Çok güzel bir söyleşi oldu. Bize eşlik etmek ister misiniz? Buyurunuz efendim 🙂

– Merve Hanım merhaba. Edebiyat ve Sinema… Bu iki serüven ne zaman başladı? Ne zaman tam olarak ilgi duymaya başladınız her iki türe de?

Merve Yakut: Babamın çalıştığı bankanın İzmir Özdere’de yazlık kampı vardı. Oradaki açık hava sinemasında her akşam film gösterilirdi. Annem ve babam da sinemaya çok düşkündür; bir yaşımdan itibaren her yaz gittiğimiz İzmir’deki kampta, açık hava sinemasına beni de beraberlerinde götürmüş, bu güzellikten mahrum kalmamamı sağlamışlar. Sinemanın büyülü havasını kâh bebek arabasında, kâh kucakta solumuşum. Böylece sinema çok küçük yaştan itibaren hem hafızamda, hem bilinçaltımda yer etti. Bu anlamda çok şanslıyım. Tesadüftür, ben de bu yaz Kalamış’taki açık hava sinemasında, bir buçuk yaşındaki oğlumu sinemayla, Jacques Demy’nin “Cherbourg Şemsiyeleri” adlı o şahane filmiyle tanıştırdım. Umarım oğlum da benim gibi sıkı bağ kurar sinemayla.

Lise yıllarımda okuldan kaçıp Kadıköy’deki sinemalara gittiğimi, bunu bir tür “yasak delme hazzıyla” yaptığımı ve o karanlık salona adımımı atar atmaz, başka hayatların/dünyaların çekiciliğine kapıldığımı anımsıyorum. Ders kitaplarından ziyade romanlar ve filmler ilgimi çekerdi hep. Ödevlerimi yapmayı sık sık aksatır, kitap okurdum. Kitaplarla ilişkim de yine çok erken yaşta başladı. Babamın kitaplığındaki dünya klasiklerini ilkokul dönemimde okuyup bitirmiştim. Yaşıtlarım gibi dışarıya çıkıp oyun oynamazdım. Evimize gelen misafir çocuklarıyla her zaman kardeşim ilgilenirdi; ben odama kapanır, gözlerim acıyana kadar kitap okurdum. Edebiyat, dış dünyadan daha çekici geliyordu bana. Hâlâ öyle. Üniversite tercihlerimde edebiyattan başka bir bölüm yazmamamın sebebi de budur. Edebiyatla ilgilenmek, okumak ve yazmak, benim varoluş nedenlerim.

– Sinemadan da etkilenmeye başlamanızla beraber iki koldan bir akış başlamış hayatınızda. Peki hangisi hangisine evriliyor zaman içerisinde?

Merve Yakut: Okumanın, izlemekten biraz daha lezzetli olduğunu düşünüyorum. Diğer deyişle, edebiyat ağır basıyor, evet. Fakat film izlemeden de yaşayabileceğimi sanmıyorum.

Edebiyatın sinemayı etkilemesi kaçınılmazdı elbette. Sinema da edebiyatı etkiliyor. Film göndermelerini kitaplarda sıkça görüyoruz. Ancak sinemayı belkemiği haline getirmiş bir roman yazma, sanat filmleri çeken bir yönetmeni anlatma fikri yeniydi ve beni çok heyecanlandırdı.

– Sonra dergilerde yazmaya başlıyorsunuz. Küçük küçük yazma pratikleri diyebilir miyiz dergilere yazdığınız bu hikayeler için?

Merve Yakut: Yazdıklarımı yayımlatmaya Çün’ dergisiyle başladım. Daha sonra Natama Dergisi’ne gönderdim hikâyelerimi. Bu sırada başka dergilere hikâye göndermedim hiç. Bana neden yalnızca Natama’da yazdığımı sorduklarında, ben de onlara “Çünkü onlar beni hiç tanımıyorken, gönderdiğim her şeyi yayımladılar. Ben de onlara ihanet etmek istemiyorum.” şeklinde, esprili bir yanıt verirdim. İşin gerçeği, arkadaşçılığın edebiyat dergilerinde kol gezdiği bir dönemde “kimseyi tanımadan”, salt yazdığım metinlerle kabul görmek gerçekten gurur verici benim için. Natama şiir dergisine dönüşmeden önce, ben de romanıma daha fazla vakit ayırmaya başlamıştım.

Hikâyeleri yazma pratiği olarak görmüyorum, onlar konu itibarıyla hikâye biçimine aittiler. Godard Makinesi’nin konusuysa hikâyenin sınırlarını aşıyordu. Pratik, en çok roman yazarak yapılıyormuş, bunu da tecrübe ederek öğrendim. Roman hakikaten çok sabır isteyen, çok işçilik isteyen bir tür.

– Bu aşamada hemen şunu sormak istiyorum: Godard Makinesi’ni yazmak beş yıl sürdü. Sürecin nasıl işlediğini, yolculuğunuzu anlatır mısınız? Aslında biraz da edebiyatla sinemayı buluşturan böyle bir romanı yazma fikri kafanızda nasıl oluşmaya başladı?

Merve Yakut: 2014 yılında eşimle gittiğim Mardin’de bir rüya gördüm. Rüyamda Jülide’yi gördüm. Jülide’nin yaşlanarak çirkinleşmesini gördüm. Çok etkilendim. “Ben bunu yazmak istiyorum.” dedim. Hemen defterimi çıkarıp notlar adım. Aklımda uzun süredir, yönetmen bir karakter de vardı. Böylelikle romanın iki başat karakterini buluşturdum zihnimde. Yazdıkça, sinemanın etkisinin yoğunlaştığını hissettim. “Cemşit’i, Yeni Dalga filmleri çekmek isteyen bir yönetmen olarak, elbette filmlerle düşünen bir karakter biçimde kurgulayacağım.” dedim kendi kendime. Romanın âdeta bir film rehberi gibi de okunabiliyor olmasının temeli de budur; Cemşit’in filmlerle düşünmesi. Romanı yazdığım beş yıllık süreçte elbette çok fazla film izledim, sinema kitapları okudum. Romanımın büyük kısmını Godard’ın birçok filmine mekân olmuş şehirde, Paris’te yazdım. Daha önce turist olarak iki defa gitmiştim şehre ama Cemşit’in Paris’ini hakkıyla anlatabilmem için orada “yaşamam” lâzımdı. Öğrenci olarak gittim Paris’e. Sabahları metroya binip okula gitmek, okul çıkışı bir kafede oturmak, kütüphaneye gidip yazmak, saatlerce yazmak, şehirde her gün kilometrelerce yürümek, bazı günler sinemaya gitmek rutinlerimdi. Paris’i Parisliler gibi yaşıyordum. Bir gün, St. Geneviève Kütüphanesi’ne giderken, yolumun üzerindeki bir otelin giriş kapısının yanında bir tabela gördüm: “Gabriel Garcia Marquez, Albaya Mektup Yok adlı romanını 1957 yılında burada yazdı.” diyordu tabelada. Hemen hayaller kurdum tabii: “Belki benim adım da bu şekilde yazılır Paris’te, bir gün. Neden olmasın?” Paris, kendi yazarlarıyla birlikte yabancı yazarları da kucaklayan bir şehir. Bana hem çok şey öğreten, hem de beni oldukça keyiflendiren bir deneyim oldu Godard Makinesi’ni edebiyatın başkentinde yazmak.

– Godard hep var mıydı? Mesela niye Agnes Varda değil veya Claire Denis, Chantal Akerman, François Truffaut değil de Godard?

Merve Yakut: Godard sinemanın kurallarını yıkan, çılgın bir yönetmen. Birçok yenilik getiriyor sinemaya. Romanımda adı epeyce geçen Serseri Âşıklar filmi: Sinemayı bambaşka bir yere taşıdı bu film, Godard bu filmde “jump cut” tekniğini ortaya çıkardı. Yönetmen Cemşit karakterini de uçarı, hırslı biri olarak kurguladığım için onu en çok Godard’a yakın buldum. Godard, 1985 yılında verdiği bir röportajda, “Hans Lucas” takma adını kullanmasıyla ilgili şöyle diyor: “Adımı saklamak ya da tedbirli olmak istiyordum kuşkusuz. Ama ailemden falan değil, daha çok yazınsal kaygıyla; çünkü o dönemdeki hevesim Gallimard yayınevinde bir roman yayımlamaktı.” Godard’ın bir zamanlar roman yazma hayalinin olması beni hiç şaşırtmıyor. Çünkü edebi referansları filmlerinde çokça kullanan bir yönetmen Godard, bu yönüyle de beni hep cezbetmiştir. Yönetmenin birçok filmi, elinize alıp okuyabileceğiniz birer roman gibi bence. Ben de Godard’ı, onun edebiyat sevgisini kendimce ölümsüzleştirmek istedim, Godard Makinesi ile.

Bir de ilk bu söyleşimde söylemek istediğim önemli bir şey var: Romanın ilk epigrafı, Stendhal’in Kırmızı ve Siyah romanından. Cemşit de Julien Sorel’in hırslarını, o yükselme hırsını ve düşüşünü yaşıyor. Cemşit sadece Godard değil, dünya edebiyatının en bilinen karakterlerinden Julien Sorel de aynı zamanda. Esasen Cemşit, tam bir 19. Yüzyıl roman karakteri. Goriot Baba’nın Rastignac’ına, Duygusal Eğitim’in Frédéric’ine, Bel-Ami’nin Georges Duroy’suna da benzetebiliriz Cemşit’i. Yükselme arzusu ve hırsı, tüm bu karakterlerin ortak özelliği.

– Godard Makinası romanına Godard’ın bir sözüyle geçiş yapmak istiyorum: “Film kendini alıcı karşısında doğrulamak isteyen birinin özel günlüğü, not defteri veya tek başına konuşmasıdır.” Cemşit’i anlatıyor bize bu söz. Cemşit çok karmaşık bir karakter mi yoksa hayır düz ve iyi film çekmekten başka derdi olmayan bir karakter mi?

Merve Yakut: “Düz bir karakter” denemez Cemşit için. Çünkü zamanla, epey mühim bir dönüşüm geçiriyor. Arzularından hiçbir zaman vazgeçmeyen bir karakter. İçindeki sinema tutkusu çok büyük. Sinemaya dair bilgisi de çok fazla. Fransız Yeni Dalga hareketini yakından takip ediyor.

– Cemşit çirkin bir adam ve bu çirkinliği onda çekinik bir hal yaratsa da ısrarla yapmak istediği sinema filmlerini yapmaya çalışıyor. Üstüne üstlük bu çirkinliğiyle gidiyor kibirli bir burjuvaya (mesleği ve parası olan) kendinden yaşça büyük Jülide’ye aşık oluyor saplantı haline getirecek kadar.

Merve Yakut: Evet, Jülide aslında Cemşit’i kullanıyor diyebiliriz. Cemşit, Jülide’yi çok kıskanıyor her şeyden önce ve onu mahveden şey de bu oluyor. Jülide ödüller alıyor, Cemşit ise çektiği filmleriyle bir türlü takdir edilmiyor. Bu da onda yıkım yaratıyor ister istemez.

– Godard, Yeni Dalga ile toplumun içinde bulunduğu illizyonu yok etmek ister. Yeni açılardan bakabilirsiniz, saplanıp kalmayın, burjivazinin koyduğu kurallar, yaşam tarzları sizi gereksiz yere çok etkiliyor der aslında. Cemşit’e de Jülide’ye saplanıp kalma, ona saplandığın için yapmak istediklerini yapamıyorsunuz demek geldi içimden hep. Romanda burjuvaziyi temsil eden kişiydi Jülide her anlamda. Toplumsal yapının ne noktaya geldiğini Jülide üzerinden vermek istemişsiniz sanki. Ne dersiniz?

Merve Yakut: Jülide bir burjuva, evet. Bunu çok güzel yakalamışsınız, Jülide üzerinden toplumsal bir mesaj da vermek istedim. Romanımın merkezinde siyaset yok. Siyaseti daha çok fon olarak kullanmak istedim. Jülide ve Cemşit ilişkisi, Yeni Dalga hareketinin toplum – burjuva ilişkisini anlatması açısından da önemli bir noktada. Burjuvazinin o kendine has katılaşmış kurallarını yıkmak çok önemliydi Yeni Dalga için. Cemşit de bunun için uğraşıyor; hem Jülide üzerinden, özel hayatıyla; hem de Türkiye’nin siyasi yapılanmasındaki olaylarla. Fakat yukarıda da belirttiğim gibi sadece fon olarak. Ben her zaman, hikâye kurmayı, atmosfer yaratmayı, hatta sinema diliyle ifade etmem gerekirse “mizansen yaratmayı” önemli buldum. Zor olan hikâyeyi yaratmak aslında. Bunu çok önemsiyorum.

www.pariste.net / Ahmet Ore

– Hikâye anlatıcılığından bahsetmişken Godard Makinesi ile ilgili en çok ilgimi çeken noktaya gelmek istiyorum. Romanı okurken film seyrediyormuş hissine kapılıyoruz özellikle bazı bölümlerde demeyeceğim, sahnelerde. Çünkü zoom’lar yapıyorsunuz mesele. Balık gözü kullanımı dediğimiz, anlattığınız şeyi geniş açılar kullanarak anlattığınız yerler var. Dediğim gibi çoğu yerde bir roman yazarı olarak hikâye anlatıcılığını bırakarak, kamerayı omzunuza alarak veya kamera arkasına geçerek mizansenler oluşturuyor, çekimler yapıyorsunuz sanki.

Merve Yakut: Yine çok güzel yakalamışsınız, teşekkür ederim. Hikâye anlatmanın sinematografik taraflarını yakalamaya çalıştım. Buna bağlı olarak, tamamen film izlemeye odaklandığım dönemlerim oldu. Yeni Dalga’nın kıyıda köşede kalmış filmlerini bile izledim. Sinematografik anlatımı çok seviyorum. Godard Makinesi’nde biçimsel yönden birincil amacım, anlatımımın sinematografik olmasıydı. Aktarabildiysem ne mutlu bana. Yeni Dalga’ya dair okuduğum makalelerden birinde, Alexandre Astruc’ün şöyle bir ifadesi vardı, hiç unutmam: “La caméra-stylo”, yani “kamera kalem”. Bu ifadeyi Godard Makinesi’nde ‘Kalemi kamera gibi kullanmak’ şeklinde uyarlamak istedim diyebilirim.

– Birbirine en yakın iki disiplin edebiyat ve sinema. Edebiyatı sinemaya uyarlayabilen yönetmenlerden en çok hangilerini seviyorsunuz?

Merve Yakut: Godard başta geliyor tabii. Truffaut, Rohmer, Rivette, Varda, Malle, Resnais, Chabrol… Yeni Dalga yönetmenlerinin hepsini çok seviyorum. Çoğu edebiyattan beslenmiş zaten. Yeni dönem yönetmenlerden en çok François Ozon’u seviyorum. François Ozon ve Olivier Assayas, bence Yeni Dalga’nın bugünkü temsilcileri gibi. Ayrıca, İranlı yönetmen Asghar Farhadi’yi çok beğeniyorum, hikâye anlatış biçimi hoşuma gidiyor. Gaspar Noé’nin cesur dili, biçimde denediği yenilikler beni çok etkiliyor. Bizden Nuri Bilge Ceylan, Fatih Akın, Zeki Demirkubuz, Tolga Karaçelik, Pelin Esmer sevdiğim yönetmenler. Birçok yönetmen var tabii sevdiğim, aklıma ilk gelenler bunlar.

– Hollywood Sineması çok ön planda olmasına rağmen ve ekonomik anlamda pazarın oluşumu orada belirleniyor olmasına rağmen sinema en iyi Avrupa’da yapılıyor diyebilir miyiz?

Merve Yakut: Sinema, Fransa’da doğan bir sanat türü. Bana kalırsa, sinema en iyi Avrupa’da yapılıyor. Amerikan sinemasının 1920’li dönemlerini seviyorum. O dönem yapılmış müzikalleri seviyorum. Bunun dışında, ilerleyen dönemden Casablanca filmi başucu filmim. Kitaplarda aradığım o hikâye anlatımını filmlerde arayan biriyim. Hikâyenin beni sarıp sarmalaması gerekiyor, bu yüzden aksiyon filmlerini sevmiyorum.

– Türkiye’de kültür sanat ortamını nasıl buluyorsunuz. Avrupa’yı yakalayabildik mi bu anlamda?

Merve Yakut: Bizde maalesef sansür hâlâ güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor. Bir kitap veya film cinselliği anlatması sebebiyle yargılanabiliyor, yasaklanabiliyor. Bir kitap veya bir film her şeyi anlatabilir. Maalesef en modern görünen insanlar bile bazen anlatıcıyı ve yazarı ayıramıyor. Kitaptaki bir ifade sanki benim görüşümmüş gibi algılanabiliyor. Bunu son derece yanlış buluyorum. Romanın bir yerinde Cemşit’e şöyle bir şey dedirttim; “Paris sinemanın icat edildiği şehir.” Bu yanlış bir bilgi mesela. Sinemanın icat edildiği yer Lyon şehri. Cemşit bunu yanlış biliyor. Fakat kalkıp bu bilgiyi sanki yazar yanlış biliyormuş gibi algılamamak gerek. Bir eser ile yazarı; kurgu ile gerçeği birbirinden ayırt etmek gerekir. Avrupalı okur/izleyici bunu ayırt edebiliyor. Maalesef bizim böyle bir yaramız var, iyileştiremediğimiz. Tekrar baskıcı ve özgürlük karşıtı sisteme dönecek olursak, hiçbir kurgu eser yargılanmamalı diye düşünüyorum. Kitabımda müstehcen sahneler var, onları inadına, bu korku ortamında korkmadığımı göstermek istediğim için yazdım. Oscar Wilde’ın şu sözünü unutmamamız lazım: “Ahlaklı kitaplar veya ahlaksız kitaplar yoktur. İyi kitaplar ve kötü kitaplar vardır.”

– Teşekkürler Merve Hanım bu güzel söyleşi için.

Merve Yakut: Ben teşekkür ederim.

YazarMerve Yakut
YayıneviDedalus Kitap
Yayın TarihiNisan 2019
TürüRoman
Sayfa Sayısı255
Önceki İçerik“İlelebet” yeni sezonu turneyle karşılıyor
Sonraki İçerikArter’in protokol açılışı gerçekleşti
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments