Kemiren ve Kemirilen Düzlemine Faresel Bir Bakış

0

Faresel

Gemiyi terk etmeyeceksen, batmak niye? Farelerin bile bir mantığı yokken, kümelenmek niye? Birkaç ölçek su ilavesi, üzerine sertçe bastırma, güneşin ve alayının batışını izleme… Adaba gel, yemek tarifi sanki!

Elinde mum, insan arıyorum diyen feylesoflardan geçilmiyor köşe başları. Bilgelik gerektiriyormuş, tatmin aracı olmak; belle artık, soyundan gayrı sop ağacı. “Varsın gerektirsin, güdülerin adı çıkmış bir kere,” diye diye ağzında tüy biten rahatlığın nereden geliyor böyle?

Şimdi ve daha derinlerde, kimin yerini aldığını bilmeden güverteye çıkmış, kahve dileniyorlar; ellerinde fincanlar, öbek öbek fareler… Bakın, nasıl da ayaklar altından sular altına kayıyor, boğulmanın asaleti.

Ne kadar kurursa kurusun bir yara, ıslaktır, ıslak kalır her zaman. Kanla temas eden her şeyin kaçınılmaz kaderi diye özetleyebiliriz bu durumu. Gözyaşları da olaya müdahil olsa da, hiçbir trajik yanı yoktur olayın. Ne akıp giden onca kan, ne beraberinde sürükledikleri ne de peşi sıra gelen boğulmalar trajiktir…

Güverteye çıkmış, güneşleniyordu üç fare. Bir şeye çıkmaya mecali olmayan güverteyse, saplanıp kaldığı yerin izlerini belirginleştirsin diye, üzerinde fink atanları sırtlamış gidiyordu… Varyasyonlardan ibaret ve önemsizdi ola gelenler. Esen rüzgârın da bir önemi yoktu, zira altındaki gemi her şeyi hallediyordu. Farelerin sayısı artmaya başlayınca, “üç!” diye gürledi güverte. Ve uzun bir süre de gürlemeye devam etti. Nüfus planlaması açısından önemli bir sayı olmalıydı üç. Daha da önemlisi, hemen her şey için yeterli bir sayı olmalıydı. Bir araya gelmeye yeltenen bir çift ve hemen araya bir nifak olmalıydı üç. O zavallı ikiliye üçün birini almak için bir fırsat ve alamayacak kadar bir ironi olmalıydı.

Bir şey olduğu yoktu. Sadece güverteye çıkmış, güneşleniyorlardı üç gariban fare. Kendilerine gariban denmesine sinirlenecek kadar da zengin ve paylaşımcı görünüyorlardı. İçlerinde en fakir olanıysa elinde boş bir fincan tutuyor, fincanın boş olduğunu ispatlamak istercesine kafasını fincandan hiç çıkarmıyordu. Diğer iki salak da, gerçeklere karşı kafasını kuma gömdüğünü düşünüyorlar; fakir aşağı, fakir yukarı aşağılamadan duramıyorlardı fincan taşıyıcısını.

İki zenginin, tam tabiriyle zengin iki farenin aşkları tanrısaldı. Sadece aşkları olsa iyi, varlık ve özleri de tanrısaldı. Kubarıp şişmekten, darası alınmış istiap hadlerini aşmaktan bir hâl olmuşlar, benliklerini unutmuşlar, muhtelif güvertelerde üçüncü bir fareye pek de yer bırakmamışlardı. Fincan taşıyıcılarına kader diye kakalanan şeyin kendisinden başkası değildi bu. Daha da vahimi, hâlinden hiç de memnun görünmüyordu, bu düzeneğin kurucusu güverte. Ve fakat hiçbir şekilde kıpırdamamak da neydi öyle!

“… Değiştirmek!” diye gürledi birden… Gürlese de kıpırdayamadı. Kaçınılmaz olan bir şey varsa, o da asla kıpırdayamayacağıydı. Kendini dalgalara bırakmak dışında hiçbir şey yapmıyor, yapmak da istemiyordu güverte. Bir süre sonra üzerindekiler de istemsizce ona uymak zorunda kalıyorlardı. Ve hiçbir yaratık bu garip dansa kayıtsız ve uyumsuz kalamıyordu; hele ki fareler.

Bir gemi neden batar be fare? Farelere sorulacak bir soru değildir bu. Zamana batar bir gemi ve zamandır tek hissiyatı. Güvertedir mühimmatı, farelerdir yolcusu… Tek başına bir fare bile bir geminin batması için yeter de artar bile. Hadi buna bir de zamanı ve güverteyi ekleyin, sonra seyreyleyin en dibi gelmez batışları.

Güvertedeki fareler konumlarını bozmamış, ikisi bilindik zenginliklerine zenginlik katmaya, diğeri de kafasını gömdüğü fincanda giderek daha da yok olmaya başlamıştı. Varoluş literatüründe ilk eyleme, “cukka doldurmak” denirken, ikincisine, “kader yoklaması” denilmiş; her ikisi de sonsuza tekrarlayan bir kâbusa dönüşmüştü.

Güverteye dokunmak, hissetmek demekti. Ve teması sağlayan kutsal organlardı ayaklar. Hoş gerçi dört bacaklıysanız, dört dörtlük ya da dört ikilik bir temas için ayaktan başka da bir şansınız kalmıyordu; zira evrim dizgesinde eloğlu muamelesi görmeye devam ediyordu eller.

Elbette ki farelerden başkaları da vardı güvertede, ama farelere kadar keskin değildi varlıkları. Sadece feylesoflar arada bir parıldıyor, düşünceleri solana dek bu cılız varoluşun tadını çıkarıyorlardı.

Zamanın sekme ihtimalinin söz konusu olmadığı bu düzenekte yangının gecikmesi gibi bir şey de söz konusu olamazdı. “Er ya da geç” diye başlayan tüm cümleler kadar saçmaydı beklenti mevhumu. Ancak gelin görün ki, tüm organizmalar beklentiye doğuyorlar, beklentiyi vücutlarına zerk edilmiş olarak buluyorlardı. Bundan kaçış yoktu ve bunu en çok anlaması gereken kişi de kafasını fincana gömmüş bir hâlde güvertenin tatlı esintisinden mahrum bırakmıştı hayatını. Fareleri kişileştirmenin bir sanat olduğunu sanan insansa ardıllarını peşine takmış, güvertedeki diş kovuğu kadar yerini kaplamaya çabalıyordu.

Kedilerin avlanma demleri olan ve hissiyatlarının doruğa fırladığı bir gün batımında başladı yangın ve dumanlarla birlikte yayıldı farkındalık… Suyun bağrında doğan ve sudan nefret eden kediler, avları fareleri nafile bir bekleyişe girmişler, ateşi bulduğuna bin pişman insanlarsa, güvertenin kıpırtısız hipnozuna kurban gitmişlerdi. İstisnasız her canlı için üçün birini almak, zaman döngüsünde anlamını bulan yegâne gerçeklik olarak ufukta yükselmeye başlamıştı çoktan.

Kenan Yaşar
Önceki İçerikKızılordu Korosu Türkiye’ye geliyor
Sonraki İçerikŞiddet ve Diğer Şeyler
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments