Acı Portakal’ın Unutamadığımız Tadı | Yiğit Bener Söyleşisi

"Bana sorsanız 1950’leri, hatta yüz yıl öncesini bugünün okuruna anlatmak, 1980’leri anlatmaktan çok daha kolaydır, çünkü anlatacaklarınız, geçmiş ve bitmiş bir tarih diliminde yer alacağı için yadırganmayacak."

0

Yiğit Bener’in geçtiğimiz aylarda kitapçı raflarındaki yerini alan kitabı Acı Portakal bir geçmiş zaman seremonisi. Geçmiş zamandan şimdiki zamana bağlanan, kuşakların birbirleriyle ve kendinden sonra gelen kuşaklarla kurmaya çalıştıkları bağı odak noktasına alan roman aynı zamanda Türkiye’nin çalkantılı sosyo-ekonomik, politik ve toplumsal meselelerini de mercek altına alıyor.

Tek bir odakta kalmayan, çok katmanlı hikaye anlatımıyla okuyanı içine çeken Acı Portakal ile ilgili Yiğit Bener’le yaptığım söyleşi elbette ki çok katmanlı olacaktı. Çok güzel akan, son derece arşivlik bir söyleşi ile sizi başbaşa bırakacağım. Acı Portakal içeriği itibarıyla böyle güzel bir söyleşiyi hak ediyordu gerçekten. Bu yüzden Acı Portakal’ı alın ve okuyun. Bu çok güzel akıp giden, şahsına münhasır olan söyleşiyi de tabii…

– Acı Portakal romanınız bir bölümüyle dönem (80’ler), bir bölümüyle şimdiki zamanda geçen, bir tür hesaplaşma (kişinin kendisiyle özellikle) diğer taraftan da geçmişe dair günah çıkarmanın, özür dilemenin hikayesi. Zamansal anlamda, kişisel hikayenize de baktığımızda romanı otobiyografik bir kurgu olarak düşünürsek, zincirin halkaları gibi birbirinin içine geçen böyle bir hikâyeyi yazma fikri nasıl oluşmaya başladı kafanızda? Sorunun başında da belirttiğim gibi hikâyenin otobiyografik özellikleri olduğunu söyleyebilir miyiz?

Yiğit Bener: Şöyle diyelim isterseniz: Burada gerçek bir olaydan esinlenen ve otobiyografik ögeler de içeren bir kurgu söz konusu, tıpkı diğer kitaplarımda olduğu gibi…

Aslında bakarsanız, romanın Amsterdam ekseninde aktarılan ve gerçek bir olaydan esinlenen öykü en az yirmi yıldır kafamda dönüp dolanıyor. Yıllar boyu kim bilir kaç arkadaşıma bu “portakal kabuğu” hikâyesini uzun uzun anlatıp kafalarını ütüledim. Olay akışı, ana karakterler, vurgulamak istediğim hususlar, hepsi belliydi, kafamda çoktan şekillenmişti. Ancak bunları edebi bir kurguya nasıl bir dille/anlatım yöntemiyle aktarmam gerektiğini henüz çözememiştim.

Bu hikâyenin kafamda başarısız bir takıntıya dönüşmesini önlemek için birkaç yıl önce olayın hiç olmazsa bir kısmını dile getiren Portakal Kabuğu Yoldaşı adlı kısa bir öykü kaleme aldım; 2017 başında yayımlanan derlemem Öteki Düşler’de yer verdim. Kısa bir öykü sınırlarında yeterince derinleşememiştim, roman formatı bunu sağladı, ayrıca bazı sorunları daha cesurca deşmemi sağladı.

Bir not daha aktarayım: Romanı önce Fransızca yazdım, çünkü hem o döneme ait anılarım hep Fransızcaydı ve onları çağırmaya ihtiyaç duymuştum hem de romanın okur tarafından nasıl karşılanacağını düşünmeden daha özgürce kaleme alabilmek istiyordum. Bir de sanırım Fransızca roman yazıp yazamayacağımı denemek istiyorum. Sonrasında Fransızca ana kurguyu temel alıp zenginleştirerek Türkçe yeniden yazdım. Böylece yaklaşık iki yıla yayılan iki dilli bir yazı sürecinden sonra, romanı Mart 2019’da tamamlayıp yayınevine teslim ettim.

 Hikâye Amsterdam’da başlıyor. Bir grup devrimci genç militanın Amsterdam’a staja gitmeleri ve orada yaşadıkları. Bu militanlar arasında yer alan El Turco lakaplı bir adamın yıllar sonra orada, o dönemde yaşanan her şeyi şimdiki zamanda kızına anlatıyor oluşu. Böyle bir hikâyeyi salt o dönemden konuşan bir sesle bize aktarabilirdiniz. Niye şimdiki zamana taşımak istediniz hikâyeyi? 

Y.B.: Bana sorsanız 1950’leri, hatta yüz yıl öncesini bugünün okuruna anlatmak, 1980’leri anlatmaktan çok daha kolaydır, çünkü anlatacaklarınız, geçmiş ve bitmiş bir tarih diliminde yer alacağı için yadırganmayacak. Oysa otuz yıl öncesi günümüze bir insan ömrü kadar yakın: Bugünün orta yaşlısı için daha dün, genci için de ebeveynlerinin gençliği mesafesinde bir zaman dilimi. Gelgelelim, aynı zaman dilimi bugüne neredeyse tarih öncesi kadar uzak, çünkü zaman içinde ciddi bir kopuş, adeta başka bir çağa sıçrayış söz konusu.

Düşünün ki bugün yaşam tarzımızı ve gündelik yaşantımızı biçimlendiren, genci yaşlısı artık neredeyse hepimiz için “vazgeçilmez” hale gelen, hatta neredeyse bedenlerimizin doğal bir uzantısı/uzvu olarak algılamaya başladığımız cep telefonu, kişisel bilgisayar, internet, sosyal medya uygulamaları ve benzeri teknolojilerin hiçbiri otuz yıl önce yoktu. Bugün başka bir kıtada eğitim görürken ninesiyle cepten çetleşip gülücük emojili fotoğrafları ya da videolu görüntüleri anında gönderebilen toruna gel de annesinin ve babasının gençliklerinde günlerce postacının yolunu gözleyerek birbirlerinden aşk mektubu beklediklerini anlat!

Zihin dünyalarımız da çok farklıydı: Berlin Duvarı 1989’da yıkılmadan ve Sovyetler Birliği 1991’de dağılmadan önce, dünya nüfusunun neredeyse yarısını “sosyalist” ya da “komünist” etiketli partiler yönetiyordu, gerisinde de sol partiler ve devrimci gruplar iktidar adayıydı. Bugün faşizan popülist partilerin yönettiği NATO ve AB üyesi Polonya’yla Macaristan’ın o zamanlar Varşova Paktı adlı “düşman” bir askeri ittifakın üyesi olduklarını ve adı “Komünist” olan bürokratik partiler tarafından yönetildiklerini bugünün gençlerinin hayal etmesi dahi zor.

30 yıl öncesinin olaylarını anlaşılır kılmak için roman akışına gerekli açıklamaları bir şekilde yedirebildiğimizi varsaysak dahi, dönemin ruhunu ve duygularını bugünün okuruna hissettirebilmek enikonu zor olacaktı. Bu sorunları çözebilmek için sonunda romana ikinci bir eksen eklemeyi ve 30 yıl önce Amsterdam’da yaşananları günümüzde bir babanın üniversite çağındaki kızına anlatması yoluyla taşımayı düşündüm. Bu yöntem sayesinde hem romanın akışı hız, esneklik ve derinlik kazandı hem de baba karakteri bir bakıma kızına kendi geçmişiyle ilgili hesap verir konuma gelince, kızın eleştirileri sayesinde bugünden geriye dönüp o zamanın zihin dünyasını farklı bir pencereden değerlendirmek mümkün oldu.

– Peki, yukarıdaki sorumun devamı niteliğinde; o döneme dair, savunulan ve uygulanan devrimci harekete dair yapılan yanlışlar adına bir tür günah çıkarma zamanının geldiğini mi düşündünüz, desem ne söylersiniz?

Y.B.: Sizin “günah çıkarma”yı mecazi anlamıyla kullandığınızın farkındayım, ancak bu özünde dini bir kavram: İşlenen bir suçu itiraf ederek pişmanlığını dile getirmek ve “yüce” varlıktan af beklemek; o anlamda da bana yabancı bir kavram.

Devrimci gelenekte biz daha çok “özeleştiri” kavramını kullanırdık. Bunun farkı, “suçunu itiraf” ederek “pişmanlık” dile getirmek ve bu sayede manevi bir arınma arayışına girmekten çok, yapılan hatanın eleştirel akıl süzgecinden geçirilmesini ve nasıl düzeltileceğinin tartışılmasını hedefleyen pratik bir yöntem oluşuydu.

Benim romanda yapmaya çalıştığım şey bu ikisi de değil. Her şeyden önce ben artık yirmi yıldır militanlık yapmıyorum, devrimci bir örgütün yöneticisi de değilim, dolayısıyla sol ya da devrimci hareket adına konuşup geçmiş hatalar için beyanda bulunmaya yetkim yok. Ben olsa olsa bu alanda tamamen bireysel eleştirilerimi ya da kendi bireysel hatalarımla ilgili öz eleştirilerimi dile getirebilirim. Zaten bu romanın asıl odağı solun geçmiş hatalarının irdelenmesi değil, daha genel anlamda erkek kimliği ve kadına yönelik şiddet. Dolayısıyla Acı Portakal’ın bir yüzleşme denemesi olduğu söylenebilir.

Gerçi yüzleşmek bile tek başına bizleri sağaltmaya, ıslah etmeye yetmez. Ama yüzleşmekten kaçındığımız sürece işlerin düzelmesi, iyiye gitmesi umudu dahi kalmıyor. Şiddete dayalı eril kimliğimizle ve erkek egemen düzeni ayakta tutma konusunda erkekler olarak tek tek her birimizin rolü ve sorumluluğuyla yüzleşmek, kanımca bugün kadınların mücadelesine destek verebilmenin neredeyse ön koşulu. Acı Portakal’da ataerkiyi erkek gözüyle sorgulayarak bunu anlatmaya çalıştım.

– Tüm artılarına rağmen neden tüm devrim hareketleri sonuçsuz kaldı ve tecavüz gibi çok daha vahim olaylar yaşandı?

Y.B.: Devrimci hareketlerin yenilgisinin birçok nedeni var. Basite indirgeyerek açıklayamayız. Ancak bana göre en önemli nedenler arasında, devrimle olsun seçimle olsun, iktidara gelen sosyalist/komünist etiketli rejimlerin genel anlamda başarısızlığını, yozlaşmasını, adına hareket ettikleri değerlere ihanet etmelerini, anti-demokratik baskıcı rejimlere dönüşmelerini, kitlelere yalan söylemelerini, bunun yanı sıra sol örgütler arasında yaşanan keskin rekabetin nefret söylemi temelinde ve şiddete dayalı olarak yürütülmesini sayabiliriz. Sol iktidarlar ve örgütler bu yola sapınca farklı bir dünyanın mümkün olduğuna dair umudu körelttiler. Bir de tabii geçmişten miras kalan o otoriter, katı ve dikey, eril ve militarist örgütlenme anlayışının iticiliği de önemli bir etken.

Oysa bence sol ütopya umuttur, alternatiftir. Kimsenin bu umudu şiddetle, otoriterlikle, yalanla kirletmeye hakkı olmaması gerekirdi. Bir de tabii cinsiyetçilikle.

İşin aslı şu ki, sol ve devrimci hareketler erkek egemenliğiyle, ataerkillikle ve kendi bünyelerindeki erkek iktidarıyla, cinsiyetçilikle kuramsal düzeyde de örgütsel yapılanmalarında da yeterince hesaplaşmadılar. Kendi bünyelerinde bile sanıldığından daha yaygın olan kadına yönelik şiddetle (ki şiddet sadece cinayet ve tecavüzden ibaret değildir, bunun tacizi, cinsel saldırısı, psikolojik şiddeti, aşağılaması, birilerine tanınan ayrıcalıklar ve ötekilerine uygulanan ayrımcılıklar da var) yeterince yüzleşmediler. Buna tabii bir de sol partilerde dahi zemin bulabilen ve cinsiyetçiliğin bir başka türevi olan homofobiyle yüzleşmemiş olmalarını eklemeliyiz.

Hikâyenizde zaten bir tecavüz meselesi var. Üstelik bu tecavüz devrimci militanlar arasında bulunan bir kadının başına geliyor ve tecavüz eden kişi de parlamentoda temsil edilen bir partinin üyesi. Hikâyenin bu kısmında El Turco ile kızının arasındaki diyaloglar çok çarpıcı mesela. Dünyayı devrimlerle kurtarmaya çalışan, okuyan, düşünen, insan haklarından, eşitlikten bahseden, devrime inanan kişiler arasında böyle bir olay nasıl yaşanabiliyor?

Y.B.: Malum, kadına yönelik şiddet, aleni kadın düşmanlarının tekelinde değil. Kadın haklarının en ileri düzeyde olduğu, ekonomisi ve eğitim düzeyi en gelişkin ülkelerde ve sosyal tabakalarda dahi erkekler bu haltı yemeğe devam ediyorlar! Hiçbirimiz -devrimci erkekler, ince ruhlu sanatçı erkekler, sağlam donanımlı aydın erkekler ve hatta kendini feminist ilan eden erkekler bile- bundan muaf değiliz ne yazık ki.

Sonuçta hepimiz ataerkil toplumda büyüdük, erkek iktidarını odağına alan bu toplumsal düzen bizleri bebekliğimizden beri bu yönde koşullandırdı. Bebekliğimizden beri bu eril toplumsal kimliğimiz rekabetçilik, saldırganlık, güç gösterisi, şiddet ve kadınlara yönelik bir tür “üstünlük kompleksi” temelinde şekillendi. Tüm erkekler işi cinsel saldırı ya da fizik şiddete vardırmıyor kuşkusuz. Ancak bunun daha hafif biçimleri (örneğin psikolojik şiddet, taciz, ayrımcılık) korkarım bir ölçüde hepimizin içine kaçmış! Bu hastalığın tedavisi de kolay değil, ne kadar “iyi niyetli” olursanız olun.

Romanda söylendiği gibi, devrimci erkekler de sonuçta uzaydan gelmediler. Bu ataerkil toplum yapısının yetiştirmesiyiz hepimiz. Siyasi bilinç bu yapısal kusurları aşmak için bir ön koşuldur elbette, ama yeterli değil. Bana sorarsanız “kadınların sopası” (yani sürece müdahaleleri, toplu olarak baskı grubu oluşturmaları) olmadan hiçbir erkek evrimleşmeye başlamaz, toplum yapısı tümüyle değişmeden de bu evrimi tamamlayamayız.

Feminist hareket hem genelde hem de sol örgütlerde ne kadar güçlü olursa, bu evrimin yaşanma şansı o kadar yüksek olur.

 Romanı okurken son kırk yıl içerisinde dünyanın çok önemli süreçlerden yoğun bir şekilde ve hızla geçtiğini fark ettim. Solcu olma, sağcı olma, devrimler, feministlik, homofobi, iletişim konuları, sosyal medya, dijital çağ… Şimdiki nesil bu konularda bir önceki nesilden çok çok önde gidiyor. Artık bu genç nesil eşcinsellerle aynı şehirde yaşayıp, aynı caddede yürümeyi kendilerine dert edinmiyorlar. Feministlik deyince sadece lokal bir kesimden bahsedilmiyor artık. Dünya kadın hakları deniyor mesela. Herkes daha özgür ve bağımsız olmanın peşinde bir sorumluluk alma peşinde değil denebilir mi sizce?

Y.B.: Özgürlükle sorumluluk almanın çeliştiğini düşünmüyorum. Aksine… Kendi kimliği bastırılan, ayrımcılığa maruz kalan, şiddet gören, aşağılanan kesimlerin buna itiraz etmeleri, harekete geçmeleri, özgürleşmek için bir araya gelip örgütlenmeleri çok ciddi bir toplumsal sorumluluk üstlenmektir. Sürü olmaktan çıkıp birey olmaya yönelmek de bence ciddi bir çaba gerektirir ve takdir edilmelidir.

Homojenleştirilen (ya da öyle olduğuna inandırılan), sürüleştirilen, bireysellikleri yok edilen toplumlar otoriter iktidarlar tarafından çok daha kolay yönlendirilirler, baskı altına alınabilirler.

Unutmayalım ki bizde de bu kimlik hareketlerinin ve bireyselliğin en güçlü olarak ortaya çıktıkları Gezi hareketi, onca keskin söylemli ve disiplinli örgütlerin bunca yıldır yapamadığı oranda iktidarın ipliğini pazara çıkardı, onu geriletti, dahası madara etti!

Güçlü ve bağımsız bir kadın hareketi olmasaydı, güçlü bir LGBTİ hareketi olmasaydı, Kürt hareketi solun bile öncülüğünü yapacak derecede güçlenmeseydi ve örgütlenmeseydi, çevreci bilinç bu derece yaygınlaşmasıydı, bugünün gençlerinin bilinci en geri toplumlardaki kadar güdük kalırdı, önyargılı, içe kapalı, faşizan yönlendirmelere açık olurdu… Bence on yıllardır gitgide güçlenen bu kimlik hareketlerine çok şey borçluyuz. Hatırlayalım: Onların olmadığı bir dünya neye benziyordu!

Kimlikçi hareketlerin ve farklı toplumsal kimlikler temelinde ayrışmaların toplumsal muhalefeti böldüğünü, zayıflattığını, aynı şekilde bireyselleşmenin de bencilliğe yol açtığını, toplumsal sorumluluk almayı engellediğini düşünen bir kesim var, doğru. Böyle bir risk hiç yok da diyemeyiz kuşkusuz, çünkü elbette herkes meseleye kendi dar bireysel ya da dar grupsal çıkarları açısından bakarsa, ötekilerin dertlerine kulaklarını tıkarsa, bütüncül ve ortak çıkarlar da olduğunu görmeyi reddederse, birlikte hareket etmek imkânsız olur ve iktidarlar klasik “böl ve yönet” yöntemiyle ilelebet payidar olur.

Öte yandan, kim demiş tüm bu toplumsal mücadelelerin arasında ortaklaşa bir sinerji kurulamaz diye? Gezi direnişinde pekâlâ kuruldu! Sol partiler bu farklıkları bünyelerinde eşitlikçi bir temelde buluşturabilselerdi, bu sinerjiyi teşvik edebilirlerdi…

 Ne dersiniz bu anlamda iyi bir dönem geçiriyor muyuz yoksa gençler arasında fazla mı bireysellik var?

Y.B.: Ben gençlerden umutluyum. Onlar belki bizlerden farklı yollar bulacaklar, farklı aşamalardan geçecekler, ama bir yolunu bulacaklar. Bulamazlarsa zaten hepimiz hapı yuttuk… Çünkü artık bizlerin devri geçiyor hatta bana sorarsanız geçti bile! Hem… Unutmayalım ki biz gençliğimizde çok şey denedik ama beceremedik! Eğer gerçekten her şeyi doğru bilseydik, doğru yapsaydık, durum farklı olmaz mıydı? O halde biraz da tevazu sahibi olalım ve bir adım geri çekilip gençliğe yol verelim.

Söz sırası artık yeni kuşaklarda, özellikle de şimdiye kadar hep bastırılan, ikinci plana atılan kadınlarda. Bırakalım kendi deneylerini yaşasınlar, kendi hatalarını yapsınlar, kendi yollarını ve doğrularını bulsunlar… Bulamazlarsa Allah yeryüzünde doğaya ve tüm yaşama rahmet eylesin!

– Türkiye’de nasıl bir kültür sanat ortamı var sizce? Yayınevleri, sinema, tiyatro, sahne sanatları… Çok ciddi bir potansiyelimiz var aslında fakat bu potansiyeli ne derece doğru bir şekilde üretime döküp bir değere dönüştürebiliyoruz? Kültür sanat dünyamız bu anlamda bitik mi (yozlaşmış ve bir şey üretemez durumda mı) yoksa hayır potansiyelimizi elimizden geldiğince kullanmaya ve iyi işler yapmaya doğru bir gayret var mı dersiniz? 

Y.B.: Kapitalist metalaşma sanatı ele geçirip yozlaştırma ve tek tipleştirme peşinde.

Elbette değişik sanat dallarında buna ayak uyduran sığ ve yeteneği kısıtlı ama hırsı zirvede çok insan var, düzenle uzlaşanlar var, kestirmeden para ve şöhret kazanma peşinde koşanlar, çürüyenler var. Ama bir de son derece yetenekli, yaratıcı, geniş ufuklu, muhalif ya da öncü, gurur duyabileceğimiz genç sanatçılar da var. Özellikle bugünün gençliği dünyaya çok daha açık, başka yerlerde olup bitenleri çok daha yakından takip edebiliyor, kendini geliştirebiliyor.

Örneğin Türkiye’de müzik alanında çok ciddi bir yaratıcılık ve uluslararası tek tipçi kültürel dayatmalara direnç var. Tiyatroda ben inanılmaz bir yenilenme görüyorum, gencecik insanlar, yeni gruplar kurarak küçük salonlarda çok başarılı işler çıkarıyorlar. Örneğin DOT grubu, Craft Tiyatro ve diğerleri. Sinemada daha büyük paralar gerekiyor, dağıtım ciddi bir sorun, iş yapmak daha zor, ama bu alanda bile yepyeni bir anlayışla çok başarılı işler var. Örneğin Tolga Karaçelik’in Kelebekler’i ya da Ali Atay’ın Ölümlü Dünya’sı son yıllarda seyrettiğim yerli-yabancı en nitelikli absürt komediler arasında.

Sonuçta bu bir mücadele. Eşit imkânlarla yürütülmüyor belki, bir kesimde orantısız para gücü, ötekinde orantısız yetenek var… Hangi kesimin ağır basacağını zaman gösterecek.

Çevirmensiniz aynı zamanda. Bu konuya değinmeden söyleşiyi bitirmek istemedim. Türkiye’de çevirmen olmanın zorlukları var mı? Yayınevleri bu konuda hangi noktadan hangi noktaya geldi ya da gelebildi mi?

Y.B.: Kitap piyasasındaki yoğun metalaşma ve değersizleşme süreci yazarlar kadar, hatta onlardan çok çevirmenleri vuruyor, çünkü tacir yayıncılar karşısında çevirmenlerin durumu daha da kırılgan.

Çevirmen olmanın en önemli zorluğu, toplumun genelde bu mesleği ciddiye almaması, “azıcık dil bilenin” yapabileceği vasıfsız “teknik bir iş” olarak görmesi. Bu nedenle birçok yayınevi çevirmenin adını yazarın yanında kapağa koymayı bile zül addediyor! Çevirmene tepeden bakabiliyor. Bu bizde de böyle, ne yazık ki “gelişmiş” ülkelerin yayın dünyasında da böyle.

Kimse çevirmenliğin de bir tür yazarlık olduğunun, bir dil ve kültür bağlamında yaratılmış bir sanat eserinin bir diğer dil ve kültür bağlamında yeniden yaratılması/yazılması olduğunun farkında değil.

Çeviri kitaplarla ilgili bazı yazıları okuduğumda, özellikle yazarın dilinin ve üslubunun, anlatım tekniklerinin ne kadar başarılı olduğu söylendiğinde (ama bunu yaparken çevirmenin adı dahi anılmadığında!) bazen gülesim geliyor. Kitabı orijinal dilinde okuyabildiyseniz ayrı mesele, ama örneğin Türkçeye Çinceden ya da Japoncadan çevrilmiş bir eserin dilini överken neden yazarı övüyorsunuz? Yazar Türkçe biliyor muydu? Eserini Türkçe mi yazdı? Okuduğunuz metnin aslında yazar kadar çevirmenin metni olduğunun, dolayısıyla göklere çıkardığınız hünerin aslında yazar kadar çevirmenin de hüneri olduğunun farkında mısınız?

Gerçi çevirmen elbette çevirdiği metni kafasından uydurup yazmıyor: Hem içerik hem üslup olarak yazara olabildiğince sadık olmaya çalışıyor. Rahmetli Ahmet Cemal’in dediği gibi çeviri, “başkasının kafasından ve kaleminden çıkma olanları, üstelik o başkasının anlatım özelliklerine olabildiğince bağlı kalarak, kendi dilinde yeniden yazmaktır.” Dolayısıyla metnin içeriği ve yazılış tarzı elbette yazara aittir. Ancak çevirmen bir “çevirikopi” makinesi değildir. Kitabı bir ucundan verip öbür ucundan diğer dildeki kopyasını elde edemezsiniz. Metin her bir çevirmenin zihninde farklı bir yolculuğa çıkar, dönüşür.

Çevirmeni bir sinema sanatçısına benzetmek daha doğu olur: Yazar elbette senaryoyu yazmış ve filmi yönetmiştir; ancak diğer dilin sahnesinde onu canlandıran, yorumlayan ve bu sayede izlenebilir kılan kişi çevirmendir. Oyuncuyu anmadan bir filmden söz edebilir misiniz?

– Louis-Ferdinand Celine romanı Gecenin Sonuna Yolculuk sizin en bilinen çeviri kitabınız. Çevirmenlik nasıl bir açılım sağlıyor size bir yazar olarak aynı zamanda; alanınızı, görüş açılarınızı genişletiyor mu mesela?

Y.B.: Gecenin Sonuna Yolculuk’tan söz ettiniz. Değerlendirenlerin çoğu çeviriyi başarılı buluyor, çevirmenin hakkını da veriyorlar; sağ olsunlar. Mesele de bu zaten: O çevirinin dili kime ait? Céline’e mi? Céline Türkçe bilmezdi ki! Eser Céline’e ait, üslubunun “patenti” yazara ait, ama o eserin Türkçesi bana ait, Almancası ya da Japoncası da o dildeki çevirmenlerine… Romanın sonuna tam da o dilde (“Céline’in Türkçesiyle”) yazılmış uzun bir “sonsöz” yazdım, çeviri sürecini anlattım, o dilin çevirinin dışına taşabileceğini gösterdim. Çevirmenin bu şekilde kendi adına söz almasına alışkın olmayan okurların bir kısmı bunu yadırgadı.

Aynı Céline’in ikinci romanı olan Taksitle Ölüm’ü Simla Ongan çevirdi. Bence o da çok başarılı bir çeviriydi. Her iki çevirinin Türkçesindeki dil ve üslup birbirine oldukça yakın, çünkü ne de olsa aynı yazarın üslubundan yola çıktık ikimiz de… Ama yine de farklı iki “Céline Türkçesi” söz konusu. Çünkü her Yiğit’in (ve Simla’nın!) yoğurt yiyişi ister istemez farklıdır. Bu iki eseri yarın belki başka çevirmenler bambaşka bir yorum ve üslupla tekrar çevirecekler… (ama bence önce yazarın henüz çevrilmemiş diğer kitaplarını çevirsinler!) Farklı olsalar bile belki o çeviriler de en az bizimkiler kadar, hatta belki daha da başarılı olacak. Ya da kimi okur bizim çevirilerimizi, kimisi de ötekileri daha çok benimseyecek…

Sonuçta çevirinin başarılı olup olmadığını belirleyecek nesnel ve edebi ölçütler vardır elbette, ama bir eserin tek bir “doğru” çevirisi yoktur. Çünkü çeviri bir yorum işidir aynı zamanda. Nasıl ki aynı kitabı okuyan iki farklı okur bunu farklı şekilde yorumlayabilirler, kitabı çevirmek için önce okuması gereken yani her biri ayrı bir okur olan çevirmenlerin de kendi yorumları vardır, bu yorumlarına göre ve kendi yeteneklerine ölçüsünde o metni kendi dillerinde yeniden yaratırlar. Tıpkı yıllar önce bestelenip başka bir sanatçı tarafından seslendirilen bir şarkıyı yeniden yorumlayan bir ses sanatçısı gibi…

Kötü bir çevirmen en mükemmel eseri bile rezil edebilir, iyi bir çevirmen ise işinin hakkını verip abat edebilir, yazarla aynı düzeye çıkabilir, kendi diline bu yolla katkı sunmuş, eser kazandırmış olur. Bunu en net ifade eden çevirmenlerimizin başında Ahmet Cemal gelir: “Ben, her edebiyat metninin çevirisini yapmaya aday olduğum ândan itibaren, adaylığımı anadilimde o eserin aslına en çok yaklaşabilecek bir ‘sanat eseri’ yaratmaya koyduğumun bilincinde oldum. Başka deyişle, uğraşıma hiçbir zaman yalnızca bir tür teknik gözüyle bakmadım. Yazarın ya da şairin, yani sanatçının elinden çıkma metni, bir başka dilde yine sanat eseri değerini taşıyabilecek bir düzeyde ‘yeniden—üretmek’. Temel hedefim hep bu oldu.”

– Türkiye’deki çevirmenlerin düzeyini nasıl buluyorsunuz?

Y.B.: Türkiye’de hem de hemen her dilde mükemmel çevirmenler var. Bunu bugün çok rahatlıkla iddia edebiliyorum, çünkü kuruluşundan bu yana beş yıldır Talât Sait Halman Çeviri Ödülü’nün seçici kurulunda yer alıyorum. Her yıl onlarca çeviri eser geliyor önümüze. İçlerinde “çeviri” dahi denemeyecek korkunç metinler var kuşkusuz, ama bunlar için daha çok yayınevlerini suçluyorum: Neden yetkin olmayan çevirmenlere kitap çevirtilir ki? Ve neden bu “çeviriler” ciddi bir editör okumasından geçirilmeden yayımlanır? Öte yandan, ödül alanların dışında da gurur duyabileceğimiz ve zevkle okuduğumuz çevirilere imza atan çok sayıda meslektaşım var.

Keşke ille çok kitap yayımlanacak diye yetersiz çevirmenlere iş verilmese, keşke piyasa niteliksiz çevirilere boğulmasa, keşke o mükemmel çevirmenlere çok daha fazla iş verilse, maddi ve manevi hakları teslim edilse, gerekirse daha az sayıda ama sadece iyi çeviriler basılıp okunsa…

Yazarlarla yaptığım söyleşilerde sorularıma genelde edebiyatla ve yazıyla olan bağın tam olarak ne zaman başladığı ile ilgili sorularla başlıyorum fakat siz zaten sanatla bağları kuvvetli (özellikle edebiyat ile) bir aileden geliyorsunuz, bu nedenle sizde sona sakladım. Bir bakıma yazarlık meselesinin (‘mesleğinin’ diye yazıp yazmamayı düşünmedim değil) içine düştünüz, doğru mu?

Y.B.: Çok doğru söylüyorsunuz, tam da “içine düştüm” (ya da “içine doğdum”) şu yazarlık meselesinin… “Meslek” diyemem: Ben kim, çok kitap satıp geçimimi buradan sağlamak kim! Hem… Edebiyatı satsam, edebiyat tacirliği yapmaya kalksam, babam da amcam da mezarlarından kalkıp yakama yapışmazlar mıydı? Zaten meslek olsa bir süre sonra sıkıcı da olabilirdi sanki. Uğraş demek daha doğru olabilir. Kibarca “tutku” bile diyebiliriz ola ki… Ya da daha açık söylemek gerekirse düpedüz düşkünlük

İşin aslı çok karmaşık. Korkarım yazarlık bana irsi yoldan geçti ya da çocuklukta baba kütüphanesi temasıyla bulaştı. Kabakulak misali, kulaktan kulağa da geçmiş olabilir, yani babam salonda roman yazarken benim odama kadar gelen biteviye daktilo sesinin yarattığı bir tür koşullanmadan bile söz etmek olası. Ya da babamla amcamın edebi sohbetlerine kulak misafiri olmanın yan etkisi…

Zaten ola ki ilk taşıyıcı kaynak amcamdır: Ne de olsa bana Yiğit ismini takan oymuş. Ortada Bener soyadını taşıyan Erhan ve Vüs’at gibi iki yazar varken bana “sen de Yiğit ol” demek başka ne anlama gelebilir ki? “Hadi bakalım, göster yiğitliğini!” diye meydan okumuş düpedüz. Ağır tahrik! Babamdan farklı yoldan ayrı bir koşullandırma bu, besbelli.

Çocuklukta ilk ortaya çıkan belirtiler hakkında Matbaacılık Oyuncağı adlı çocuk kitabımda epey ipucu vermiştim. Erken tanı sayesinde durumumun vahametinin farkına varınca, bu kalıtımsal sorundan kaçıp kurtulmak için elimden geleni yaptım açıkçası. Ne de olsa yiğitliğin onda dokuzu kaçmaktır.

– Doğru, aslında edebiyat ile hiç bağınız olmayabilirdi de. Sadece okuyucu saflarında kalıp başka bir meslek (Tıp eğitiminiz olduğu bilgisi var mesela) seçebilirdiniz. Neden okuyucu olarak kalmadınız (kalamadınız belki de) ve bizim gibi Ortadoğu toplumlarında çok da ehemmiyeti olmayan edebiyata yöneldiniz?

Y.B.: Dediğim gibi, kaçmayı denedim aslında, hem de militan yöntemlere, yani edebiyattan önce devrimci militanlıkla uzaklaşmaya çalıştım edebiyattan. Yetmedi. Çare arayışıyla tıbbın kollarına bile sığındım, haklısınız. Yani Ankara üniversitesi Tıp Fakültesinde son sınıfa kadar tıp eğitimi aldım, evet. Kaderimi belirleyen o son ameliyat olmasaydı belki bugün bu söyleşiyi yapıyor olmayacaktık.

1980 yazındaki o son ameliyat sırasında Lozan’da acil cerrahi stajı yapmaktaydım. Genç bir Afgan mültecinin apandisitini alacağız. İsviçreli hocam: “Haberin var mı, bu sabah senin ülkende darbe olmuş” demesin mi? Tıp eğitimimin yarım kalması sonucunu doğuran ve hakkımda tutuklama kararı falan çıkmasıyla da on yıl Belçika ve Fransa’da yaşamama neden olan sürgün serüvenim işte öyle başladı.

Kaleme sarılma bana sürgünde, Böcek’ten bulaştı. Daha sürgünün ikinci yılıydı üstelik. Bu süreci ve neden okur olarak kalamadığımı babamın Böcek adlı romanının son baskısına (2016) yazdığım önsözde anlatmıştım. Özetleyecek olursam: 1991 yılında çıkan bu romanı çok beğenmiştim. O kadar ki, Türkçe bilmeyenler de okusun istedim ve oturup romanı Fransızcaya çevirdim. Yani ilk yazı deneyimim, baba romanını öteki anadilime aktarmak oldu… Kabul etmeliyim ki çok özel bir Ödipal karmaşa bu. Sonraki yıllarda babamla edebiyat üzerine ve yeni çıkan kitapları hakkında yazışmayı sürdürdük. Ben onun kitaplarını çok beğenirdim, o da benim yorumlarımı. Derken bir mektubumda yazdıklarımı yeni çıkacak kitabının arka kapağında, başka bir yazdığımı da önsöz olarak değerlendirmek istediğini söyledi. İnsan böyle bir talepte bulunan babasına nasıl hayır der ki? Ayrıca itiraf etmeliyim ki hoşuma da gitti, gururum okşandı… (dedim ya, daha çocuk yaşta kanıma girip tevarüs etmişti yazarlık)

Ve işte öyleyken böyle, ateş bacayı sardı, 1990’da sürgünden dönünce enikonu azıttım, ilk öykümü de yazdım ve işler olacağına vardı! Sonuç olarak, darbe olmasaydı, sürgüne gitmeseydim belki bu yol açılmazdı. Başka bir deyişle, suçu pekâlâ darbeci generallere atıp beni onların zorla yazar yaptıklarını da iddia ederek kendimi kurban olarak dahi sunabilirim.

Orta-Doğu meselesine gelince, işin acı tarafı Batı bile aslında edebiyattan vazgeçti, yerine sadece kâr odaklı çoksatar yayıncılığını koydu. Nasıl ki bu paragöz dünyada herkes parası kadar konuşabiliyor, yazarın da artık ancak satış rakamları kadar değeri kaldı. Bense gördüğünüz gibi buna inat, satış rakamlarımın çok ötesinde konuşuyorum! Bakalım ne zamana kadar?

Uzun lafın kısası, benim otoriteyle bir sorunum var. Bu yüzden yazıyorum.

Aynur Kulak
Önceki İçerikWikipedia 3 yıl sonra Türkiye’de erişime açılıyor: Resmi açıklama bekleniyor
Sonraki İçerikAnne Carson’ın “Antigone”si VOID Prodüksiyon yorumuyla sahneye taşınıyor
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments