Nerede Güzin, Orada Mutluluğun Resmi: Abidin Dino

0

Bulmaca çözüyorum

Karşımda Türkçe sözlük

Sıla kokuyor her bir yaprağı

Defneler sarınmış kefensiz bedenler

Yüreğim küpeşteye sıkışmış

Sıyrılmaya çalışıyor beden tininden

Faşistler sarmış dört bir yanım

Hani mavi gözlü bir devdim ben

Hani yosun kokan bir ahşap

Hani seni delicesine seven

Yönünü şaşırmış bir mihrap…

Neyim ben Tanrım

Ve sen;

Biricik aşkım… memleketim… memleketim

Neredesin?

Nâzım’ın dostu arkadaşı olup da haksızlığa uğramayan, mahkûm olmayan, sürgün yemeyen, memleket hasretinden kavrulmayan, acı çekmeyen yoktur bu memlekette. Sadece bu olumsuzlukları yan yana dizsek bile, kendiliğinden yeni bir yazı oluşacaktır istemsizce. Kurgu mu?.. Boş verin, kim ne yapsın kurguyu?!

23 Mart 1913’te doğar Abidin Dino. Babasına hukukçu, annesine müzik ve edebiyatla iştigal eden bir sanatçı demek, Abidin Dino’ya “Sanatçı bir aileden gelmektedir” demek için yeterli midir?.. Yeterlidir elbette!

Artist dergisi ve Yarın gazetesinde ilk çizimleri ve yazıları yayımlandığında, henüz 17’sindedir Abidin Dino. Nâzım ustayla tanışması da yine aynı döneme rastlar. Ustanın sırasıyla “Sesini kaybeden Şehir” ve “Bir Ölü Evi” kitaplarına yapılan kapak tasarımlarıyla ilk temas sağlanmış olur; ve ne güzel olur.

İcra ettiği sanatta başarıyı yakalamak kadar, onu halka duyurmayı ve yaymayı da kendine görev edinir Dino. Gençliğin getirisi dinamik ve aktivist bir ruhla “D Grubu” adlı sanat oluşumunun kurucuları arasında yer alır; yıl 1933 ve yirmi yaşındadır Dino.

Hadi çocukluğuna, hatta bebekliğine dönelim biraz: Abidin Dino altı aylıkken, babasının görevi münasebetiyle aile İsviçre’ye yerleşmiş ve memleket hasreti daha bebekken yakasına yapışmıştır. Hemen ardından patlak veren Birinci Dünya Savaşı ve belli belirsiz de olsa, çocuk hafızasına kazınan az ötedeki savaşın karanlık izleri… Bir yanda İsviçre’nin mükemmel doğasıyla kaplanan çocuk bilinci, öte yanda silik de olsa savaşın ölümcül yüzü, zihnindeki ironi yüklü renk imgesinin kuvvetlenmesini sağlamış olacak ki, küçücük yaşlarda boyalarla ve resimle tanışır Dino.

1919, Dino ailesi için İsviçre yıllarının sona erip Paris merkezli Fransa yıllarının başladığı milat olur. Ne tesadüftür ki bu serüven de altı yıl sürecek ve Cumhuriyet’in ilanından iki yıl sonra aile yurda dönene kadar Abidin Dino hayatının 12 yılını tamamlamış olacaktır. Ve tabii sonradan yerleşeceği ve yaşamını idame ettireceği, sanatın en bohem odak noktası Paris’e ilk adımlar da atılmış olacaktır bu altı yıl boyunca.

Ailenin ülkeye ve İstanbul’a dönüşüyle birlikte Abidin Dino’nun eğitim hayatı Robert kolejinde devam etse de, burası aynı zamanda eğitim hayatının son noktası olmuştur. Sırayla baba ve annenin yitimi ve hemen akabinde gelen radikal kararlar silsilesi: Okul bırakılacak, sadece resme yönelinecektir. Ergenliğe daha yeni adım atmış bu çocuk bedenin kararlı duruşunun arkasında, her şeyden önce şair ağabeyi Arif Dino bulunmaktadır. Cesaretse cesaret, kararlılıksa kararlılık; kardeşlere sirayet etmiş sıkı bir DNA profili; dik duran insanların fizyolojisinden dünya görüşüne kadar her şeyine yansıyor sonuçta. Yolların Nâzım’la kesişeceği nasıl da belliymiş!

19 yaşına geldiğinde ressam kimliğini çoktan kazanmıştır Dino. Kendisinin de tümüyle öyle hissettiğini açık etmekte bi’ sakınca görmez. Niye görsün ki hem?! Nâzım onun resimlerinde Rusya’da doğmuş konstrüktivizm akımının, hatta dünyayı kasıp kavuran fütürizm akımının etkilerini gördüğünü dile getirdiğinde, Rusya’ya gitme fikri kanına girmiştir çoktan. Merak, beraberinde araştırmayı getirecek, bu da resimle paralel bir kulvarda sinema sanatına meyletmesine neden olacaktır.

Resmini kuvvetlendirmek ve insan doğasını çok daha iyi tanıyabilmek adına dergâh adı altında neredeyse her türlü ortama girip çıkmaya ve insan yüzü eskizleriyle bezeli desenlerle doldurmaya başlar resim bilincini… İki yıl boyunca böyle devam eder bu süreç.

Ve 1934’tür yıl. Ve Abidin Dino’nun Rusya serüvenin başlangıç noktasıdır yıl. Amaç sinema eğitimi görmek, amaç Sergey Yutkeviç / Sergei Yutkevich, Sergey Ayzenştayn / Sergie Eisenstein gibi devlerle tanışmak ve onların derin sinema bilgi ve ustalıklarının çırağı ve öğrencisi olmaktır. Yanlarında Vsevolod Meyerhold, Vsevolod Pudovkin, Jean Lods, Isaak Babel gibi diğer devler de cabası tabii. Yutkeviç’in Madenciler filminde yaptığı çıraklık, pratik bağlamda onun için inanılmaz bir deneyim olur ve sinemanın büyülü havasını erbaplarının nefeslerinden teneffüs etme fırsatı yakalar. Sinema eğitiminin teori ve pratik bağlamda yan yana yürümesinin kendisi için ne denli büyük bir şans olduğunun sonuna kadar bilincindedir Dino. Aynı bilinçle salt sanatsal yönü değil, sosyalist temelli dünya ve siyasal görüşü de oturmaya, oturdukça da etrafına ışık saçmaya başlar. Ancak çok uzun sürmez bu güzel alaşım ve ilkine bebek yaşta yakalandığı savaş lanetinin ikincisine gençlik yıllarında yakalanır: Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle aldığı kararla tüm yabancı öğrenciler ülkelerine geri gönderilecek, Abidin Dino da bundan nasibini fazlasıyla alacaktır. Geri gönderilmek, sanatın üstatlarının arasında yeşeren bir gençliğin ve onun doyumsuz eğitiminin sonu demektir ne de olsa.

1937’de Rusya’dan ayrıldığında, kendisini Londra’da bulur. Ancak çok uzun sürmez Londra demleri. Sanatın kalbinin attığı Paris’i gözüne kestirmiş, vakit kaybetmeden de Paris’e yerleşmiştir Dino. 1900’lü yılların başlarından itibaren dünyayı kasıp kavuran avangart/öncü akımlar, gezegeni, birbirinden nitelikli sanatçıların peşi sıra birbirini izlediği bir üretim tesisine dönüştürmüş ve bu, sanatın hemen her alanında benzeri görülmemiş bir verimliliğe de beraberinde getirmiştir. Ne yazık ki bu verimliliğin önünü kesen şeyse, her zaman olduğu gibi yine savaş olmuştur. Savaş gerçeğini tüm çıplaklığıyla algılamak isteyenler, “insanın yıkımı insandır” varoluşçularının ve onların perçinlediği varoluşçuluk akımının gelgitlerine bakıversinler bi’ zahmet. Tabii ardından da “Savaş, sindirilebilecek bir lanet değildir!” diye de şakımayı unutmasınlar bi’ zahmet kere bi’ zahmet!

Andre Malraux, Pablo Picasso, Tristan Tzara, Gertrude Stein, Jean Cocteau gibi edebiyat ve resim dünyasının devleriyle tanışması ve sürekli bir fikir alışverişi içerisinde bulanması Paris zamanlarının en önemli kazanımı olur Abidin Dino için. Üstüne bir de film setlerinde geçen ressamlık ve dekoratörlük deneyimleri eklenir ki, kişisel ve sanatsal gelişimi beklenilmeyen hızlarda anbean ivme kazanır hâle gelir.

İlk gençlik demlerinde Nâzım Hikmet’le temelleri atılan ve Rusya yıllarında iyiden iyiye şekillenen sosyalist hayat felsefesi, Paris’te kaldığı süreçte tüm kişiliğine sirayet etmiş, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde patlak veren İspanya İç Savaşı’nda Dino’yu diktatör yanlısı faşistlere karşı Cumhuriyetçilerin yanında gönüllü olarak savaşmaya itecek kadar hırslandırmıştır. Ancak ne var ki Cumhuriyetçilerin Paris bürosuna yaptığı başvuru, savaşın gidişatının iyiden iyiye faşistlerin lehine bir hâl almasından ötürü kabul görmemiştir.

1939’un hemen başında yurda döner ve İstanbul’a yerleşir Dino. Rusya ve Paris’te yakın temasta bulunduğu dev sanatçıların fikirleriyle doludur ve dünyayı saran sanat akımlarıyla kavrulmaya devam etmektedir zihni. Bu enerjiyle vakit kaybetmeden Selim Turan, Avni Arbaş gibi ressam arkadaşlarıyla birlikte ”Liman” adıyla da anılan “Yeniler Grubu”nu kurar. Tek ve asıl yönelim toplumdur ve toplumcu sanat anlayışıyla yapılan resimler, etraftaki hemen herkesin rahatça görebileceği şekilde sergilenir. Başlangıçta büyük ses getiren bu sergiler, sözüm ona politik göndermeleri yüzünden sürgün yıllarının başlamasına da sebep olur. Tabii bunda, Abidin Dino’nun aynı dönemde Türkiye Komünist Partisi’nin üyeleri arasında yer almasının da etkisi büyük olmuştur.

Sürgün döneminin ilk durağı Çorum olur. Çorum’da da rahat durmaz Dino. Devletin faşist zihniyeti, bu haylaz gencin her an ensesinde olduğunu unutturmamak için elinden geleni yapmaya devam eder. Yaptığı “toprak ve emekçi” temalı resimlerle, ezilen halkın sesi soluğu olmaktan geri durmamış, bu kararlılığını tuvaline yansıttıkça sosyalist felsefesi aşka gelmiştir adeta.

Ve Adana: Yeni sürgün durağı. Bu kez kavurucu sıcağın merkezi Çukurova ve onla pişip serpilen Çukurova insanıdır tuvallerinin konusu. Kararlılığından ve enerjisinden hiçbir şey kaybetmemiştir Dino. En önemlisi de kendisinden on yaş küçük Yaşar Kemal’le tanışmış, yaşamı boyunca devam edecek sıkı bir dostluğun ilk adımlarını atmıştır. Yaşar Kemal’in yeni yeni pişmeye başladığı ilk gençlik demlerinde gelen bu dostluk, onu ayrı bir hırs, ayrı bir enerjiyle doldurmuştur. Hemen akabinde, bu güzel enerjiyle dolup taştığı bir dönemde hayatının aşkı Güzin Dikel karşısına çıkmış, hiç vakit kaybetmeden de evlenmişlerdir. Yıl 1943’tür. Usta bir yazar ve dilbilimci olan Güzin Dino, Abidin Dino için hayat arkadaşı olduğu kadar fikir danışmanı da olacaktır. Ne büyük şans!

Ve yurt dışı… Ülkesinde sona eren sürgün dönemi, başka bir bağlamda yerini, memleket hasretinin peşini bırakmayacağı göreceli bir sürgün dönemine bırakır. 1951’de ani bir kararla Türkiye’yi terk eder Abidin Dino. Fazla uzun sürmeyeceğini düşündüğü bu süreç tekrar yurda dönene kadar tam 20 yıl sürer. Bir yıla yakın bir süre kalacağı İtalya’nın doğa ve mimari harikası kalbi olan Roma’dır ilk durak. Uzunca bir süre Roma’nın muhteşem atmosferiyle doldurur görsellik harikası zihnini. Geçen dokuz ayın ardından, Roma’dan Paris’e giderek ikinci Fransa dönemini başlatmış olur. “Kürkçü Dükkânı” tabiri, tarihin bir cilvesi olarak yeniden vücut bulur Abidin Dino’nun yaşam dizgesinde. Dilerseniz kader bile diyebilirsiniz buna; ne çıkar, ne değişir?! Yine Paris’te, yine sanatın bohem kalbindedir Dino. Sanat aşkıyla çarpan ve üretmekten başını kaldıramayan sanatçı dostlarıyla bir araya gelir tekrar; en başta da Picasso ve Tzara’yla. Hem dostluklar tazelenir hem de sanatın durmadan evrilen yapısına büyük hizmetler sunulmaya devam edilir. Sanat da, onlar da pek memnundur bu sunuşlardan ve arada doğumu gerçekleşen benzersiz üretimlerden.

Sanatın tüm canlılığı ve dinamizmini sonuna kadar hissetse ve bunu aksettirecek bir üretim sürecine girse de, memleket hasretinin hiçbir şekilde peşini bırakmadığını her fırsatta dile getirir Dino. Hiçbir şey, “Fransa ve sanatın kalbi Paris’te olsak da, bu havaya teneffüs etsek de, yaşadığımız ve hissettiğimiz Türkiye’den başkası değil aslında.” sözlerinden daha iyi anlatamaz içinde bulunduğu durumu. Paris’te geçirdikleri yirmi yıl boyunca bu sözler yankılanır durur zihinlerinde; Abidi’nin de, Güzin’in de…

Bu dönemde en büyük dayanakları, fırsat buldukça ziyaretlerine gelen Nâzım Hikmet’ten başkası değildir. Çok nadir de olsa bircik aşkı Vera’yı da yanında getirmeyi ihmal etmez büyük usta. Çok eskilerden kalma asansörsüz bir binanın 9. katı, onca döküntü hâline rağmen neşe ve dostlukla dolar taşar bu gelişlerde. Binanın hemen yanındaki otel, Nâzım Hikmet ve Vera için konaklama yeri olur çoğu kere.

1960’da Nâzım ustanın sevgilisi Vera’ya ithafen kaleme aldığı ve yakın dostu Abidin Dino’ya atıfta bulunmayı ihmal etmediği “Saman Sarısı” adlı şiir de bir bakıma birlikte solunan ve memleket hasretiyle anlamını bulan bu benzersiz havanın bir ürünü ve uzantısıdır aslında:

“…

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin

İşin kolayına kaçmadan ama

Gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil

Ne de ak örtüde elmaların

Ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin

…”

Çok, hem de çok etkilenir Nâzım’ın bu dizeleri ve sorusu karşısında… Şiirin kendisi de, bu mükemmel kesit de kafasına kazınır iyice… Abidin Dino’nun verdiği yanıt; şiirin kendisi, kesiti kadar anlam doludur:

“Çok tuhaf kavram şu mutluluk. Hep devamlılık isteyen, devamlılığa doymayan bir kavram… Resmi yapılır mı, bilmiyorum; yapan olmuş mudur, hiç sanmıyorum. Korkuların, hüzünlerin, çirkinliklerin, umutsuzlukların, sonu gelmez mutsuzlukların resmi yapıldı da, mutluluğun hayır. Defalarca, tekrar tekrar hepsini de yaşadım, hepsini de sindirip soludum bu duyguların. Ve bana mutluluk dediğim şeyi gösteren de Güzin oldu sadece. O olmasaydı, hep bu buruk, bu acı dolu tatlarla sürüp gidecekti yaşamım. Ne uzatıyorum ki; yok olup gidecektim işte!”

Yirmi yılını geçireceği Paris, hayatının en önemli, en verimli kesiti olur Dino için; hele ki sanat adına. Resim, sinema ve yazın; kolları sıvar, Zeus ne verdiyse girişir de girişir Dino: Paris’te ve Fransa’nın farklı yerlerinde birbiri ardına açılan resim sergilerini, arada bir Fransa dışına çıkarak ABD, Cezayir gibi ülkelerde de sürdürür. İtibarı artmış, dünyaca tanınan bir sanatçı hâline gelmiştir. Fransa Plastik Sanatlar Birliği, New York Sanat Sergisi gibi, Fransa ve ABD’nin en saygın sanat kurumlarının bünyesine kabul edilerek onurlandırılır. Bu başarı ve yükseliş ödülleri de beraberinde getirir: Yönetmenliğini yaptığı, 1966 Futbol Dünya Kupası’nı konu alan “Gol” adlı belgeseli, İngiliz Sinema ve Televizyon Akademisi’nce verilen “Belgesel Film Ödülü”ne layık görülür. 1989’da Fransız Kültür Başkanlığı tarafından kendisine “Sanat Ve Edebiyat Altın Şövalye Nişanı” verilir. Yetmez; Türk sanatını Paris’ten tüm dünyaya duyuran sosyalist bir dev (tıpkı Rusya ayağındaki Nâzım gibi) olarak, sonradan “Paris Türk Ekolü Pentür Sanatçıları” olarak anılacak oluşumun önderliğini yapar ve Fikret Mualla, Nejat Devrim, Hakkı Anıl, Avni Arbaş, Albert Bitran, Selim Turan, Mübin Orhon gibi isimlerin en az kendisi kadar tanınmasını sağlar.

“İki dur da bi’ nefse al be adam!” dedirten cinsten, durup dinlenmek bilmeyen sanatsal üretimi ve evrimi, birbiri ardına dünyanın önde gelen müze, galeri ve sanat koleksiyonlarınca sergilenen eserler bırakmasına vesile olur: “Savaş Ve Barış”, “Dağ-Deniz”, “Atom Korkusu”, “Çıplaklar”, “İşkence”, “Dört Kent” ve daha neler neler!..

Türkiye’deki ilk kişisel sergisini açabilmek ve dünya çapında ünlenen sanatını yurdunda da tanıtabilmek için yıllarca beklemiş, onda bile ateş almaya gelmişçesine acele etmek zorunda kalmıştır. Yıl 1969’dur ve özlemiyle yanıp tutuştuğu ülkesine dönmek için daha on senesi vardır Dino’nun.

Ve peşini asla bırakmayan sağlık sorunları… Kesilmek bilmeyen bir enerjiyle onca çalışma, onca çabanın üzerine alay edercesine uzatılan bir ödül gibi cebelleşip durur hepsiyle de. Elinde kapı gibi “Askerlik yapmaya elverişli değildir!” raporu olmasına rağmen askere alınmış, berbat mı berbat koşullarda önce veremle, sonra da böbreklerine sirayet eden hastalıklarla boğuşmak zorunda kalmış, hassaslaşan vücudu iyiden iyiye bitap düşmüştür. (Sesini tüm dünyaya duyuran dört dörtlük sanatçılarına ne de iyi davranıyor bu ülke; değil mi Ran, değil mi Dino?) Öyle ki bu durum hayatının geri kalan döneminde kronik hâle gelen sağlık sorunlarının temelini oluşturmuş ve 7 Aralık 1993’te tiroid kanserinden vefat edene dek asla peşini bırakmamıştır.

1990’da konulan kanser teşhisi, üç boyunca uzatmalı belasına dönüşecek olsa da, yanında ruh eşi Güzin vardır Abidin Dino’nun. Onu, tanıştıkları daha ilk andan itibaren hayatı boyunca asla yalnız bırakmamış, hemen her yerde, her konuda tamamlayanı, bütünleyeni ve en büyük destekçisi olmuştur. Onun kollarında gerçek anlamını bulan yaşamı, kanserin pençesinde de olsa üç yıl boyunca huzur içinde devam etmiş; hüznü de, acıyı da, emeği de, memleket özlemiyle kavrulan esareti de ve en uçta bunları bir arada mümkün kılan mutluluğu da yine aynı kollar arasında tadarak son nefesini vermiştir.

Evet, en sonunda yapmayı başarmıştır “Mutluluğun Resmini” Abidin Dino: Güzin Dino’nun kollarında son nefesini verirken ve ondan hiçbir şekilde ayrılmayacağını bile bile ve hissede hissede…

Kenan Yaşar
Önceki İçerikRusya’da Rolling Stones balesi prömiyerini yaptı: “Porte Rouge”
Sonraki İçerikİpek Soylu’dan Çifte Zafer
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments