Salvador Dali Ressamları Sıraya Diziyor

"Ünlü Fransız şair ve roman yazarı Alain Bosquet, Salvador Dali ile 1960’lı yıllarda bir dizi söyleşi yaptı."

0

Bu ay malum gündemi yoğun şekilde işgal eden Suriye’deki gelişmeler sebebiyle yine sizlerle biraz gecikerek bir araya geliyoruz.

Geçen ay sizlere söz verdiğim gibi, bu ay sizlere Gergedan dergisinde “Gerçeküstücülük Özel Sayısı”nda yayınlanan ve Zeynep Küpüşoğlu tarafından çevrilen ünlü Fransız şair ve roman yazarı Alain Bosquet’in 1960’lı yıllarda Salvador Dali ile yaptığı söyleşiyi aynen yayınlıyorum.

Ünlü Fransız şair ve roman yazarı Alain Bosquet, Salvador Dali ile 1960’lı yıllarda bir dizi söyleşi yaptı. Bu söyleşiler sırasında, genellikle Dali’nin empoze ettiği tuhaf oturma biçimlerine ayak uydurmak zorunda kalan Bosquet, içine düştüğü fiziksel konumun güçlüklerine rağmen, Katalan ressamı terletmeyi denedi. Ama başaramadı. Bu söyleşi çeşitli günlere ve konulara yayılmış bir bütünden Gergedan dergisi için derlenmiştir.

Alain Bosquet: El Greco ile yola çıkalım. Bana kalırsa resim tarihinin en dengesiz örneklerinden biri o. Üslubunda tartışılmaz bir deformasyon öğesi ve hiçbir değişkenlik göstermeyen renkleri vardı. Bende en fazla rahatsızlık uyandıran özelliği, tıpkı Van Dyck’ta olduğu gibi, resminin ilk bakışta tanınmasıdır. Bana göre, gerçek büyüklük, neredeyse anonimliğe kadar uzanan bir mükemmellik kaygısı taşır.

Salvador Dali: El Greco’nun en iyi tanımını İberia Anarşist Federasyonu’na bağlı anarşistler vermişlerdir. Bunlar kültürlü insanlar değildiler ve Toledo’da ilk kez El Greco’nun yapıtlarını gördüklerinde aralarından biri şöyle bağırmıştı: “Yaşasın ibnelerin kralı !” Şüphesiz, bir İspanyol anarşisti için öyle kadınsı hareketlere sahip ve gözleri vecd duygusuyla kaymış bir takım ermişler gördüğünde akla gelebilecek tek şey ibneliktir. İddiaya girerim ki, El Greco bütün İspanyol ressamlar arasında en az İspanyol olanıdır: Yunanistan’dan geliyordu ve sahip olduğu benzersiz öykünme yeteneği ile yetindi. Hemen hemen hiçbir kişiliği yoktu, onun içinde Bourgogne salyangozları gibi yaptı: Onların da kendilerine özgü bir tadı yoktur ve ancak tuzlu biberli soslarla adam gibi bir tat kazanırlar. Bourgogne salyangozları sarımsağı emerler, El Greco’da yerel renkleri emiyordu ve de kendisini çevreleyen mistisizmi.

Venedik’teyken, bir Venedik ressamıydı. Toledo’ya geldiğinde her şeyi emme yeteneğine sahip basit bir araç olarak herkesten daha mistik, bütün İspanyollardan da daha İspanyol oldu. Ancak tiyatroyla amatör düzeyde uğraşan biri tarafından beğenilebilirdi, bunun için de büyük bir aktör olan II. Felipe’nin hoşuna gitti. Escurial bütünlüğünde başrolünü Ölüm’ün oynadığı bir tür dev sahneye koyulmuştu.  II. Felipe’de bu nedenle dönemin bütün şarlatanlarını kendi çevresinde bir araya topluyordu: bunlara hayaletleri ve fantasmagorileri ile Hieronymus Bosch da dahildir. Unutmamak gerekir ki Toledo’da II. Felipe aynı zamanda mistik, gülünç, muazzam, grotesk bir şölen yaşansın istiyordu: Her halde insanın aklını kafasından uçuracak bir görünüm olsa gerekti bu.

A.B: Ribera ve Zurbaran hakkında ne düşünüyorsunuz?

S.D: Velasquez’i de dahil edersek, bu üçü en büyük ressamlardır. Bu konuda sizinle tamamıyla aynı fikirdeyim. Ben de sizin gibi Goya’nın karikatüre fazlasıyla eğilimli olduğunu düşünüyorum ve bir sanat yapıtında karikatür egemenleşirse, onun bütün zaafları ortaya çıktı demektir. Örneğin bugün Goya, Bernard Buffet gibi resim yapardı.

A.B: Gene de hayatının sonuna doğru Goya’yı yeniden düzelmeye yönelten bir acı görüldüğü söylenemez mi?

S.D: Goya bir ölüdür, tıpkı Bernard Buffet’nin ölü oluşu gibi. Geçen gün bir grup halinde restoranda yemek yiyorduk. Rastlantı bu ya, tam karşımızda arkadaşlarıyla birlikte yemek yiyen Buffet oturuyordu. Canlı hiçbir şeyi yoktu. O kadar ki, yanımdaki dostlarımdan biri, hemen küçük bir oyun icat edip, “Bay Bernard Buffet’nin mezar yazıtını yazsak, nasıl olurdu” demekten kendini alamadı. Aramızdan biri de sorunun karşılığını bulmakta gecikmedi: “Burada Bernard Soğuk Büfe yatıyor”.

A.B: Ciddi bir biçimde Velasquez’den söz edelim.

S.D: Velasquez mucizesi onun Atlantiğe bağlılığından kaynaklanır. Babası Portekizliydi ve ormanlar ile nemli bölgelere duyduğu aşk nedeniyle, Velasquez’in İspanyol resmindeki kuruluğu ortadan kaldırabilecek bir şeyler getirmesini sağladı. Velasquez’de göze çarpan temel öğe, İspanyolların o sonsuz melankolisine karıştırdığı bu denizden gelme nemdir. Bu çoğu kez yanyana gelen farklı tatlar, uzaktan uzağa Fransız izlenimcilerine kaynak olmuştur. Velasquez ve ona öykünen ressamlar olmasaydı, Prado Müzesi olmasaydı, ne Monet olurdu ne de Manet. Aynı şey bir daha tekrarlandı. Juan Gris ve Picasso olmasaydı, Kübizm olmazdı. Braque orijinal kübizmin olsa olsa Paris şubesidir. Benim Gerçeküstücülüğüm olmasaydı, Gerçeküstücülük de böyle olmazdı. Soyut Sanatın başlangıç noktaları da İspanya’dan başka bir yerde değildir.

A.B: İşi ileri götürmeyelim. Prado da yeryüzündeki en olağanüstü resim galerisindesiniz: Velasquez’in baş yapıtlarını içeren oval salonda: Solda, ana galerinin girişinde, bana kalırsa bugüne dek yapılmış en güzel peyzaj olan “Saragossa Manzarası”, sonra aklınızdan Delft’in görünüşünü geçirerek Vermeer’in La Haye’deki Delft peyzajını oraya taşıyın. Bu iki mükemmel sanat yapıtını kıyaslamanız gerektiğini düşünürseniz…

S.D: Velasquez’in tablosu Vermeer’inkine eşdeğer değildir. Vermeer’de zaten mükemmel olanı daha da mükemmelleştirme yolunda korkunç bir kaygı ve kızışma  göze çarpar. Resmini yapmış, bir daha yapmış, son olabilirlik noktasına kadar düzelterek bir daha yapmıştır. O zaman da, kelimelerin artık hiçbir şey yapamayacağı o mucizeye ulaşmıştır.

A.B: Vermeer’in özellikle “Dantelci Kadın”ından esinlendiniz. Bu noktaya gelmişken, Vermeer’den biraz daha söz etmekte yarar var.

S.D: Bütün büyük tablolarda olduğu gibi, “Dantelci Kadın”da ressamın yalnızca dokunup geçmekle yetindiği, ama görünür bir biçimde resmedilmemiş bir noktaya yönleniyordu. “Dantelci Kadın”da iğne batar ve orası gözükmez. Bu bir kozmogoni olayı mıdır? Varlığı kesin olan bu iğne deliğinin açtığı ayırt edilemez noktada bütün evrenin döndüğünü biliyorum, ama o insanoğlunun gözleri için yapılmamıştır..

A.B: İsterseniz, geleneksel devler üzerine de birer laf edelim: Michelangelo, Tintoretto, Rubens…

S.D: Vermeer, Velasquez ve Rafaello bir yana, bunların hepsi yetersizdirler.

A.B: Bu bir cevap değil.

S.D: Biliyorsunuz ki biz dehalar kötü hepimiz biraz iktidarsızızdır. Bütün iktidarsızlardan en ağır durumda olanı Michelangelo’dur. Bugün yaşasaydı, radikal-sosyalist bir ressam olurdu.

A.B: Cevaplarınız beni tatmin etmiyor. Geçelim ve Rafaello konusuna gelelim. Bir zaman, bundan on on iki yıl önce, Raffaello’yu çok yukarlarda bir yere koyardınız teknik açıdan. Ve işini bilme açısından da yanlış hatırlamıyorsam yirmi üzerinden ondokuz puan veriyordunuz ona. Tabii kendinize yirmi üzerinden yirmi.

S.D: Evet, ressamlara böyle not vermek, sanki küçük birer haşarı öğrencimişlercesine bir oyun başlatıyor. Biliyorsunuz benim notlarım haftadan haftaya değişir. Rafaello’nun durumu da öyle.

A.B: Bu Rafaello’nun klasik tarzının sizde büyük saygı uyandırmasını engellemiyor.

S.D: Akademik ve kuralcı olduğu için, bir de hemen hemen bütünüyle özgürlükten yoksun olduğu için bu saygıyı duyuyorum. Büyük denemeci Eugenio d’Ors ile aynı fikirdeyim: “Özgür olmayan her şey intihaldir.” Diyordu. Rafaello, ustası Perugin’in kendi yarattığı her şeyi kopya etmiştir. Onun çalışmaları, özgün tablodan yalnızca çok küçük nüanslarla ayrılır. Ustasından esinlenerek yaptığı “Meryem’in Evliliği”nde , resimdeki kişilerden birinin hafifçe başını daha eğik yapıp, merdivenin üç basamağını yok etmek dışında bir katkısı olmamıştır. Bu küçücük değişikliklere dayalı tıpatıp kopyada, gene de tuvallerine bir ışık tonu dağıtan bir tür melankoli yarattığı görülür. Bu yoldan sonsuz olana ulaşmıştır. Her şeyi değiştirmektense, kopya çekmek ve ufak tefek dokunmalarla küçük düzeltmeler yapmak daha iyidir. Bütünlüklü bir devrimi peydahlamak ve her şeyi ters yüz etmek isteyenler,eninde sonunda vatandaşım dahi Picasso  gibi korkunç boynuzlu tiplerdirler. Bunlar Picasso örneğinde olduğu gibi her şeyin yerinden oynamasını isterler. Geleneği darmadağın ederler, perspektifi ortadan kaldırırlar ve sonunda kendilerine ihanet ederler. Picasso, klasiklerden intihal etme yoluna gideceğine, ki bu onun kendisi olmasını sağlardı, birbirleriyle çelişen farklı intihal yollarına başvurur: Önce Touleuse-Lautrec’e öykünür, hemen onu bırakır, sonra Van Gogh’a öykünür, onu da bir kenara bırakır; Gerçeküstücülükle de ilişkisi böyle olmuştur.

A.B: Bana kalırsa, tarihin en büyük Fransız ressamlarından biri olan George de La Tour hakkında ne düşünüyorsunuz?

S.D: Şu mumlu tablolar yapandan mı söz ediyorsunuz? Ben kesinkes Claude Lorrain’i tercih ederim.

A.B: Kendi payıma Claude Lorrain’i soğuk ve akademik buluyorum.

S.D: Claude Lorrain, Fransız sanatını işgal eden ışık kullanımını ilk reddetmiş ressamdı. O ışık ki, ağır ağır görüntünün ve desenin yerini alarak İzlenimcilik döneminde her şeyi öldürme noktasına varmıştı. Sizin George de La Tour’unuz da o küçük alevleriyle olsa olsa Manyerizm, Pitoresk, ve ikincil bir sanattır.

A.B: Üç çağdaş ressamın yapıtlarını geri dönüşsüz bir biçimde yok etme hakkına sahip olsanız, hangilerini seçerdiniz?

S.D: Öncelikle dünyanın en kötü ressamı saydığım Turner’ın yapıtlarını, sonra da Paul Cezanne’ınkileri. Üçüncü olarak da bir Rus’un yaptığı sahte Ingres’leri. Çünkü onlar, plastik budalalığın prototipleridir..

A.B: Daha çağdaşları kastetmiştim.

S.D: O zaman Gauguin ve Turner’i yok etmeye değer.

Keyif alarak okuyacağınızı düşünerek sizlerle paylaştığım bu söyleşiyle sizlere sanat dolu bir Ekim ayı diliyorum.

Can Emed
Önceki İçerikBir zamanların Friends’i ve ustalarından yeniden canlandırılan, unutulmaz bir sahnesi!
Sonraki İçerik100’lük “en”ler listesi tüm hızıyla devam ediyor: Dünyanın en ilham verici kadınlarında bir Türk de var!
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments