Tiyatro, Edebiyat ve Geri Kalan Pek Çok Şey: “Jean Genet”

1

Anarşist

Sesin çatlıyor
Ey dillerin çatallanan bahçesi

Kararsız bir dilim ekmek gibisin
Ve ısırıklara duyarsız

İçinde fare boku çıksa
Yine fırından bilecekler

Az önce söndü
Ekmek bulamıyorlarsa ihtilallerin
İhmale gelmez pastası

Bir kere dile geldim
Onu da bir kaşık kelamda boğdular

Ağzın yüzün zehir zıkkım
Hani su içerken dokunmazdı yılanlar

“1910’da ne olmuş?” deseler, “Jean Genet doğmuş” derim. “19 Aralık, Paris” diye de nokta nokta işler, damgalarım üzerini. “1910’la 1986 arasında neler olmuş?” deseler, “Köşe bucak izler bırakmışlar Jean Genet’ler” diye saçmalarım…

Henüz 7 aylıkken annesi Camille Gabrielle Genet tarafından yetimhaneye bırakılacak, babasınınsa kim olduğunu asla öğrenemeyecekti Genet. Daha yaşını doldurmadan çizilen kadere bakın hele, kader denen zırvaya inanıyorsanız tabii.

Kaderi boş verelim; dolu dolu geçen 76 yıllık hayatın kendisine bakalım biz:

İki yaşını doldurmadan Alligny-en-Moruan köyünde zanaatkâr bir ailenin yanına evlatlık olarak verilir Genet. Son derece parlak geçen ilk eğitim evresinin hemen ardından 13 yaşına bastığında bir zanaat okuluna gönderilerek, dizgicilik öğrenmeye başlar. Ancak on gün dayanabildiği bu yerden kaçarak, Nice’te tekrar yakalanana dek tam bir kaçak hayatı yaşar.

Yakalanır yakalanmaz, tekrar kimsesizler yurduna yerleştirilir. Kaçıp yakalanma evreleri peşi sıra birbirini izler. 1926’da çarptırıldığı üç aylık hapis cezasıyla birlikte, çeşitli aralıklarla uzun yıllar devam edecek hapishane hayatının ilk halkası tamamlanmış olur.

Yirmi yaşına kadar hayatının dört yılını geçireceği Mettray Çocuk Cezaevi’ne kapatıldığında, 16 yaşına daha yeni basmıştır Genet. Hırsız olmaya yaşamının herhangi bir döneminde karar vermediğini, düşlerinin peşinde koşan ve tembellikle yoğrulan ilk gençlik yıllarının tekrar tekrar kaçıp yakalanmalarla geçtiğini, ardından sırf para kazanmak umuduyla orduya yazıldığını, Afrikalı subayların bavullarını çalarak ordudan kaçtığını, çalmanın, avareliğin, fahişeliğin bir süre hoşuna gittiğini, ileride sık sık dile getirecektir Genet…

18 yaşına basıp reşitliğe ilk adımını attığında, cezaevinden kurtulabilmek için, zamanı gelmediği hâlde askere yazılarak orduya katılır. Geçen iki yılın ardından 11 ay sürecek askerlikteki ilk ciddi deneyimini, çeşitli aralarla gerçekleştireceği iki deneyimi daha takip eder. Bunların hepsi de Fransa’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki sömürgelerinde gerçekleşir. Genet, Tiyatro dünyasında çığır açan oyunlarına malzemeler toplanmaya başlamıştır çoktan.

Daha yedi aylıkken ebeveynlerini yitirmiş bir bebeklik, üzerine evlatlık verildiği yerde son derece zor şartlarda geçen bir çocukluk, hemen ardından köşe bucak kaçışlarla yol alan bir ergenlik, onu izleyen ve gözünü hapishane açan ilk gençlik yılları… Adına olgunluk denen yapay ve şişirilme süreçte insanın karşısına çıkmasını isteyeceği en son şeyler olsa gerek.

Orduda geçen altı yılın ardından firar eder ve yakalanmamak için Fransa’dan ayrılarak, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde dolaşmaya başlar. Gezgin bir suçlu kisvesiyle Avrupa’yı dolaştığı bu dönemde, özellikle Hitler’in Almanya’sı hakkında hissettiği bir yere ait olamama duygusunun kalıcı olarak bünyesine yerleştiğini vurgulayan söylemlerine devam eder Genet: Ona göre baştan sona bir hırsızlar ülkesidir Almanya. Ve burada geçirdiği her an, onu kendi farkındalığından uzaklaştırıp, adım adım sisteme yaklaştırmakta, ona karşı durmayı daha da imkânsız hâle getirmektedir.

1937, Genet için tekrar Fransa’ya dönüş tarihidir. Çeşitli suçlardan defalarca yargılanıp, hapse girip çıkacağı, sık sık Sartre’la mektuplaşacağı, ilk büyük şiiri olan ve uzun bir ağıt niteliği taşıyan “Le condamné à Mort / İdam Mahkûmu”yla şairliğe adım atacağı ve tam yedi yıl sürecek dönemin de başlangıcıdır aynı zamanda bu.

Mahkûmiyetlerinin büyük çoğunluğunu kitap hırsızlığının oluşturması, Genet’in sistem karşıtı kişiliğine ve hayat görüşüne dair son derece dikkat çekici bir ayrıntıdır. Kendisine şair kimliğini kazandıran şeyin hapishane hayatı olduğunu her fırsatta dile getiren Genet, gerek yapıtlarında gerekse röportajlarında Fransa adaletini, sistemin temel direklerini, koruyucuları ve yöneticilerini alaya almaktan, yerden yere vurmaktan geri durmaz. Büyük bir zevk ve ustalıkla yılmadan sürdürür bu ulvî görevi.

İlk kitabı olan ve Saint-Brieuc Cezaevi’nde idam edilen Maurice Pilorge’un anısına adanmış bir ağıt niteliği taşıyan İdam Mahkûmu’nun tüm masrafları Genet’nin kendisi tarafından karşılanarak basılır. Hemen ardından gelen Notre-Dame-des-Fleurs / Çiçeklerin Meryemi ve Miracle de la Rose / Gülün Mucizesi adlı kitapları düz yazı formatında kaleme alınsalar da, bir romandan çok, manzum bir eser niteliği taşımaktadırlar. Üzerleri, “Hepsi de cezaevlerinde imal edilmiştir!” şeklinde damgalanan bu eşsiz üretimlerin ardı sıra birbirini izlediği bu dönemde Jean Genet ömür boyu sürgün cezasına çarptırılmak üzeredir. Ancak Jean Cocteau ve Paul Sartre’ın başını çektiği dönemin en büyük aydınlar grubu, avukatlar tutarak ve mahkemede bizzat Genet’nin lehine konuşarak onun böyle bir ceza almasına engel olurlar. Çünkü Sartre da, Cocteau da modern çağın en büyük yazarı olarak görmektedirler Genet’yi.

Çiçeklerin Meryemi’nin Cocteau’nun özel sekreteri tarafından el altından yayımlanmasının hemen ardından, 14 Mart 1944’te tamamen serbest bırakılan Genet için özgürlük rüzgârlarıyla savrulan yepyeni bir dönem başlamış olur. Bu dönemde yazdığı eserlerin hepsi de eşcinsel suçluların dünyasında geçen öykülerden ibarettir. Bir bakıma kendi yaşamından yansımalarla bezeli bu eserlerinde dinsel temalar içeren lirik söylemlerle, toplumun aşağılık olarak nitelendirdiği söylemler yan yana ilerler. Tam da bu noktada, yakın dostu Sartre’a da açıkça ifade ettiği gibi, eserlerinde adı geçen tüm kahramanlar kendi iç dünyasının birer dışavurumu, çoğu kere de sisteme karşı savurduğu sessiz çığlıkları, karşı koyuşlarıdır.

Varoluşçuluğun doruk noktası Sartre’ın, Genet’nin eserlerini, birbirini takip eden bir yeniden basım olarak görmesi oldukça dikkat çkicidir. Ona göre Genet’nin her kitabı bir psikodramadır ve içine şeytan kaçmış bu adam, buluşma noktasında şeytanı okuyucuya devrederek / bulaştırarak, kendisini şeytandan arındırır. Konak el değiştirmiş, şeytansa yoluna devam etmiştir.

Fikirler bulaşıcıdır; söz konusu Genet’yse, çok daha bulaşıcıdır. Bunu da, özümsenen her şeyin sürekli tazelenerek bir yenilenme ayinine dönüştüğü iç dünyasının doğallığından ve zenginliğinden alırlar. Sistem ve ölüm arasında gidip gelen ve yaşamı cılız bir ip olarak gören, belki de her anlamda ölü bir adamın kahramanlarının bu denli canlı görünmeleri ve taze kalmaları başlı başına bir ironi teşkil etse de, Genet’yi sistem var oldukça her döneme uyarlamayı mümkün kılan tek şeydir aslında.

Bundan sonraki yazın hayatında art arda birçok başarıya imza atacağı ve özellikle maddi açıdan rahat etmesini sağlayacağı iyi haberler beklemektedir Genet’yi. Her şeyden önce yayıncı Marc Berbezat sayesinde eserlerinin gizlice basılmasından kurtulan Genet, 1945’ten 1948’e kadar yaklaşık üç yıl sürecek son derece üretken bir döneme girer. Bu dönemde sırasıyla; Pompes Fenébres / Cenaze Töreni, Querrelle de Brest / Brest’li Querrelle ve Journal du Voleur / Hırsızın Günlüğü adlı romanları, bir şiir kitabı, bir bale metni ve oldukça geniş yankılar uyandıran üç tiyatro oyunu (Haute Surveillance / Gözetim Altında, Les Bonnes / Hizmetçiler ve Splendid’s) yayımlanır.

1949 yılında Cocteau ve Sartre’ın başını çektiği aydınlar sayesinde Cumhurbaşkanı tarafından tamamen affedilmesinin hemen ardından yazma eylemini bırakarak, yaklaşık altı yıl sürecek derin bir sessizliğe gömülür. 1952 yılında Sartre tarafından kaleme alınan Comédien et Martyr’ın / Aziz Genet Oyuncu ve Kurban’ın yayımlanması, bu sessizliğin üzerine adeta tuz biber eker. Ancak ne var ki, altı yılın sonunda Genet’nin yine tiyatro alanında birbiri ardına ortaya koyduğu yapıtlar, bu suskunluk döneminin geçici de olsa sona ermesini sağlar. 1955 ve 1961 yılları arasında sırayla; Le Balcon / Balkon, Les Négres / Zenciler ve Les Paravents / Paravanlar’ı kaleme alan Genet, çağdaş oyun yazarlarının en büyüklerinden bir olduğunu kanıtlar. Yine bu dönemde sanat üzerine yazdığı denemeler, dünyanın dört bir yanında büyük yankılar uyandırır. Yakın dostu Alberto Giacometti’ye adadığı L’Atelier d’Alberto Giacometti / Giacometti’nin Atölyesi adlı yapıtı bunlar içerisinde ayrı bir yere ve öneme sahiptir.

Genet, 12 Mart 1964 tarihinde aldığı bir intihar haberi üzerine büyük bir sarsıntı geçirir. İntihar eden kişi, kendisi için Le Funambule / İp Cambazı adlı eserini kaleme aldığı akrobat Abdullah’tan başkası değildir. Bu olay Genet’yi öylesine derinden etkiler ki, çok geçmeden yakın çevresine edebiyattan tümüyle vazgeçtiğini açıklar. 1966 yılının Nisan ayında Paravanlar’ın sahnelenmesini ve hemen ardından Lettnes à Roger Blin’in yayımlanmasını büyük bir coşkuyla karşılamasına rağmen, içinde bulunduğu bunalımdan sıyrılamayıp şiddetli bir depresyona tutulur. Bir yıl sonra Mayıs 1967’de vasiyetini yazıp, İtalya’nın sınır şehirlerinden biri olan Domodossola’da bir otel odasında çok sayıda uyku hapı alarak intihara kalkışır.

İntihar… Ölüme hiç de uzak hissetmeyen bir bünye için son derece doğal, son derece sıradan bir çıkış yolu olsa gerek. Hiç de öyle değil elbette. Hiçbir şeyin bir öneminin kalmadığı dipsiz bir anlam yitiminde kapı diye aralanan bir arayıştan ötesi değil intihar… Bunları sarf etmek nasıl da kolay! O kerteye gelenlerin, seçimini ondan yana yapanların dışında, hemen herkesin ağzında klişe bir ahkâm kesmeye, içi boş bir yaftalama eylemine dönüşmekten başka bir şansı yok bu sözlerin. Hele ki söz konusu olan, özgür irade ve önüne sunulan seçimlerse, hele ki söz konusu olan Genet’yse.

İntihar girişimi, kelimenin tam anlamıyla ölümden dönen Genet için hayatının geri kalan bölümünde bir dönüm noktası olur. Hemen ardından 22 Aralık 1967 tarihinde Uzak Doğu’ya uzun bir yolculuğa çıkar. Özellikle Japonya’da geçirdiği süreç, kendisi açısından tümüyle bir yeniden doğuş niteliği taşır. Bu uzun yolculuklar sırasında, Fas’tan Fransa’ya geri döndüğü dönemde, 1968 yılının Mayıs ayı içerisinde öğrenci olayları patlak verir. Bu olaylar üzerine içi büyük bir coşkuyla dolan Genet, Daniel Cohn-Bendit’e ithafen siyasal içerikli ilk makalesini yazar. Aradan üç ay geçmeden, bir Amerikan dergisi tarafından “Demokrat Parti Kurultayı” hakkında haber hazırlamak üzere Chicago’ya davet edilir. Teklifi kabul eden Genet, vakit kaybetmeden Amerika yolunu tutar. Burada kaldığı süre boyunca Amerikan solunun Vietnam Savaşı karşıtı gösterilerinde aktif bir rol oynar. Fransa’ya dönüşünde, içindeki ateşle Paris’te yaşayan Cezayir ve Fas uyruklu göçmenlerin sorunlarıyla ilgilenip, onlara her konuda yardımcı ve destek olmaya çalışır.

Ateşi hiç sönmeyen iflah olmaz bir anarşist, “Sınırların canı cehenneme!” diyen bir haymatlostur Genet. Aymaya başladığı daha ilk anda insan gerçeğini, onun ne menem bir lanet olduğunu çok iyi kavramış ve dipsiz bir bataklığa, bir bok çukuruna dönüştürdüğü dünyaya varoluşçuların o keskin gözünden bakmaya başlamıştır. Sartre gibi devle yakın dost olmaları da bunun en büyük kanıtıdır. Kalem gücü özdeşliği, keskin fikirlerle birleşmiş ve aynı noktadan yayılan kalıcı bir birlikteliğe dönüşmüştür… Kolajın ve yaydığı Işığın güzelliğine bakın siz!

1970 yılı, Genet için tam anlamıyla siyasal olaylarla geçen bir yıl olacaktır. Amerika’da zencilerin hakları ve tam bağımsızlığı için mücadele veren ve paramiliter bir örgüt niteliği taşıyan Black Panter Party / Kara Panterler Partisi’nin önde gelen bir yetkilisi 25 Şubat tarihinde Genet’den kendilerine destek vermesini rica eder. Bunun üzerine Genet, dilekçe imzalamaktansa, birlikte örgütlü ve tam teşekküllü bir kampanya yürütmelerinin daha doğru olacağını söyler. Hemen ardından apar topar tekrar Amerika’ya gider. 1 Mart’tan 2 Mayıs’a kadar Kara Panterler’le birlikte tam bir komün hayatı yaşayan Genet, bu iki aylık süre zarfında bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle Amerika’yı bir uçtan bir uca katedecek, çeşitli üniversitelerde ve medya karşısında sayısız konferanslar verecektir. Bu konferanslarda zencilerin sistem karşısında çektiği eziyetleri en ince ayrıntısına kadar dile getirecek, onların haklarını sonuna kadar savunacaktır.

Genet, Fransa’ya geri döndükten sonra, 1970 yılının 20 Ekim’inde bu kez Paris’te faaliyet gösteren Filistin Kurtuluş Örgütü’nün temsilcisi tarafından Ürdün’de bulunan Filistin Kampları’na davet edilir. Bu daveti hiç düşünmeden kabul eder ve apar topar Ürdün’e gider. Başlangıçta sekiz gün olarak planladığı bu ziyaret tam altı ay sürer. Kasım ayının başlarında Vahdat Kampı’nda Arafat’la karşılaşır ve Arafat tarafından kendisine verilen yazılı geçiş izni, ona bu topraklarda rahatlıkla dolaşım imkânı sağlar. Bu süre zarfında İsrail’e karşı yürütülen bağımsızlık mücadelesinde Filistin Halkı’na büyük destek veren Genet, onların çektiği acılara yerinde tanıklık ederek, seslerini tüm dünyaya duyurmaya çabalar. Bu altı aylık süreçten sonra, Ortadoğu’ya sürekli olarak gidip gelmeye devam eder. Ancak dördüncü gidişinde, 23 Kasım 1972’de Ürdünlü yetkililer tarafından tutuklanarak sınır dışı edilir.

Genet’nin yurtdışı serüveni, bu tarihten sonra büyük bir çıkmaza girer. ABD tarafından giriş vizesi iptal edilen Genet, Ürdün’ün de kendisini sınır dışı etmesiyle, kabuğuna çekilip Paris’e geri döner. Bu dönemde yazdığı birçok makale basında geniş yankılar uyandırır. 1974 yılının Mayıs ayı içerisinde Fransa’da gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimlerine karşı cephe alır…

Gerçekten de rahat durmuyordur Genet. Kabına sığmayan isyankâr doğası ve sürekli ezilenden yana olan anarşist ruhudur aslında rahat durmayan. Harıl harıl yanan ve sönmek bilmeyen bir ateşle yoluna ve bildiğini okumaya devam eder Genet…

Tüm bunlar olup biterken, başta Juan Goytisolo, Jecques Darrida ve Philippe Sollers olmak üzere dönemin önde gelen yazarlarına, silah arkadaşı olarak gördüğü Amerikalı ve Filistinli yandaşları hakkında birlikte kitap yazmayı önerir. Diğer bir yandan da, 1970’in başından itibaren Amerika’da Kara Panterler’in yanında ve Filistin Kampları’nda da Filistin halkıyla birlikte geçirdiği dönemleri ayrıntısıyla anlatan bir kitap yazmaya başlar… Birçok kereler bırakıp tekrar kaleme aldığı bu kitap, yaklaşık 15 yıl sonra “Sevdalı Tutsak” adıyla yayınlanacak, büyük yankı uyandıracaktır.

Genet, 1976’dan 1978’e kadar iki yıl boyunca, Fas’tan Fransa’ya gelmiş genç bir göçmenin Paris’te geçirdiği ilk günü anlatan bir film senaryosu üzerinde çalışır. Hiçbir sebep göstermeksizin bu projeden vazgeçtiğini açıkladıktan kısa bir süre sonra, 1979 yılının Mayıs ayında gırtlak kanserine yakalandığını öğrenir ve tedavi görmeye başlar.

Takvimler 1982 yılının Eylül ayını gösterdiğinde, tekrar Ortadoğu’ya giden Genet, Beyrut’a ayak basar basmaz, insanlığın yüzkarası büyük bir katliama tanık olur. Bu katliam, onun yazın alanında bir süredir devam eden suskunluğuna son verecek, dinmeyen öfkesini kusarcasına akıttığı ve siyasi makaleleri içerisinde en büyük öneme sahip olan Quatre Heures à Chatila / Şatilla’da Dört Saat’i kaleme alacaktır.

Şiddet, insanın içinde var olan doğal bir dürtü olmaktan çok, topyekûn yaşamanın ve birlikte var olmanın getirisi genetik bir kodlama hatası, ırksal bir lanettir; birey olmanın getirisi üst bilince ulaşana dek de, tarihin her döneminde güçlü ve çoğunlukta olanın azınlıklara ve güçsüzlere karşı uygulayacağı en baskın yöntem olarak varlığını sürdürmeye devam edecektir. İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudi halkının, Nazi denen yamyamlardan gördükleri işkence ve soykırımların benzerlerini, yıllar sonra güçlü ve baskın duruma geçtikten sonra, kendilerinden çok daha zayıf ve güçsüz durumdaki Filistin halkı üzerinde gerçekleştirmelerini başka türlü de açıklamak mümkün değildir zaten. Ancak bunun, halk değil de devlet bazında gerçekleşen yüz karası bir utanç olduğunun da altını çizmek gerek tam bu noktada; “ama devleti kuran, halk denen yığınlar değil mi sonuçta?” sorusunu da tekrar tekrar sorarak ve sordurarak tabii ki.

1983 yılında Fas’a giden Genet, burada kaldığı dönem boyunca Amerikalı Zenciler ve Filistin Halkı hakkındaki bütün makalelerini bir araya getiren bir kitap yazmaya karar verir. Hastalığı giderek kötüleşse de, her şeye rağmen kitap üzerinde çalışmaya devam eder ve kitabında bahsi geçen yer ve kişiler hakkında hafızasını tazelemek üzere 1984 Temmuz’unda son defa Ürdün’e gider. Fransa’ya döndükten sonra, 1985 yılında hummalı bir çalışmayla kitabını tamamlar. “Sevdalı Tutsak” adını verdiği bu büyük eserin tamamı el yazmalarından oluşmaktadır.

1986 Martı’nın büyük bir kısmını Sevdalı Tutsak’ın ilk dizgisinde yer alan hataları düzeltmekle geçiren Genet, yine Mart ayı içerisinde Fas’a giderek, kitap üzerinde çalışmaya devam eder. Burada geçirdiği on günün ardından Fransa’ya dönüşünde, Paris’te Stéphane-Pichon Sokağı’ndaki Jack’s Hotel’e yerleşir. Kitabının ikinci dizgisini gözden geçirdiği sırada fenalaşan Genet, 14 Nisan’ı 15 Nisan’a bağlayan gece hayatını kaybeder.

Daha yeni yeni uyanmaya başladığı bir anda kitap hırsızlığı ile şekillenen sıra dışı bir hayat, kendi yansıması mükemmel bir kitapta gezinen ve yavaş yavaş kapanan gözlerin peşi sıra sona ermiştir. Ona ve yapıtlarına bakan gözlerse, sisteme her daim baş kaldıran ve bunu da kara mizahın, taşlamanın ve alayın nirvanasında tarifsiz hazlarla gerçekleştiren inanılmaz bir yetenek göreceklerdir.

Kenan Yaşar
Önceki İçerik“Aşk İçin” imece usulü single
Sonraki İçerikTürk dizileri NATPE-Miami TV ve İçerik Fuarı’na katılacak
Subscribe
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Mevhume İşdilergil

jan jöne jan janlı bi imnsandır diye bi kit ap ok umuştum vakt-i zam anında; bu kit apta geç hen şahısla aynı kişi iseyse eğer bu zat, kend isini hiç tas vip,tah rip, teşhi, terhis, hibilis lis etmemiştim. erkek kıvırtıyordu, yan dan yandan dan danakan çalk alıyordu. ok ad ar. teş ekkür ler.